GeriSeyahat Karayipler’de cennete yelken açmak
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Karayipler’de cennete yelken açmak

Karayipler’de cennete yelken açmak

Gemi yolculuklarını çok severim. Her türlü tembelliğe uygun bir tatil şeklidir. Dilediğin saatte yemek yiyebilir, uyuyabilir, havuza ya da denize dalıp hayal kurabilir, limanlarda bilmedik yaşamların tadını çıkartabilirsiniz. Size bu hafta Karayip Denizi’nde yaptığım bir gemi yolculuğunu anlatacağım.

Bineceğim gemiye ulaşabilmek için epeyce yol yaptım: İstanbul, Milano, Miami, Fort Lauderdale.
Vardığımda vakit ikindiydi. Devasa gemiyi görünce, zahmetine değdini anladım. Güzel bir kamarada kalıyordum. Daha önceki gezilerimden edindiğim tecrübeyle koridor sorumlum Filipinli kamarota peşin bahşiş verdim. Bu, yolculuk boyunca sorunları çözecekti.
Bahşişi kapan kamarot Jay, hemen buz kovasını doldurdu. Yedek havluları getirdi. Kamaramda her türlü konfor mevcuttu: Büyükçe yatak, uydu TV, mini bar, kullanışlı bir banyo, yeterince gardırop ve manzaralı bir balkon... Duşumu alıp bornozumla balkona çıktım. Bavulumdaki malt viskiden iki parmak doldurup, bir buz attım. Şezlonga uzanıp, yavaş yavaş uzaklaşan kıyıyı seyretmeye koyuldum.

Karayipler’de cennete yelken açmak

HEMINGWAY’İN BOHEM ADASI

Ertesi sabah uyandığımda gün çoktan ağarmış, koca gemi Key West Adası’na yanaşmıştı. ABD’nin en güney noktasındaki adacıktı bu. Amerika burada bitiyor ve “tropik cennet”e buradan yelken açılıyordu. İki, üç katlı ahşap evlerin süslediği caddelerde dolaşırken, terden sırılsıklam kalmıştım. Key West ilk bakışta, zengin ve bohem bir kent olduğunu gözler önüne seriyordu. Evler, ormanı andıran bahçelerin içindeydi. Muz, Hindistan cevizi, kauçuk ağaçları, çeşit çeşit palmiyeler, dev bambular, rengarenk begonviller, mor çiçekler açmış gündüz sefaları...
Sıcak iyice dayanılmaz hale gelince bir kafenin gölgeliğine sığınıp, adanın yeşil limondan ünlü limonatasından içtim. Gemi yolculukları, uzun tembelliklere elverişli değildir. Gemiden sabah çıkılır, akşamüstüne kadar ne gezilip görülürse onunla yetinilir. Onun için limonatayı bitirip, turuma devam ettim.
Önce Whitehead Caddesi’ndeki Hemingway’in evine gittim. Bir zamanlar onun gibi olmak için yanıp tutuştuğum yazar, 1931-40 arasında burada yaşamıştı. Evi gezdikten sonra, hemen karşısındaki tarihi deniz fenerine geçtim. Yaklaşık 150 yıl önce yapılan ve okyanustan gelen gemilere yol gösteren fenerin 88 basamağını tırmanmaya nefesimi yetiremedim.
Yorgunluğumu gidermek için, Hemingway’in içip içip kavga çıkardığı Sloppy Joe’s’un barında mola vermeyi planlamıştım. Grenn ile Duval caddelerinin kesiştiği köşedeki beyaz badanalı barın, caddeye bakan bir masasına oturdum. Garsona sıkı bir martini söyledim. Niyetim Hemingway’i, onun sevdiği içkiyle anmaktı.
O gece geminin barlarında, piyanistlere, gitarcılara eşlik edip hep Key West’in şerefine kadeh kaldırdım. Gemi Karayip Denizi’ne doğru dümen kırarken, ben de kamaramın yolunu tuttum.

MERMER BEYAZI KUM TURKUVAZ DENİZ

Ertesi gün sabahın ilk ışıkları ile birlikte balkona çıkınca, gemiyi bir başka adaya yaklaşırken gördüm. Burası Meksika’nın Cozumel Adası’ydı. Yucatan Yarımadası’nın 16 kilometre açığındaki adanın bir k

Karayipler’de cennete yelken açmak
umsalına gittim. Beyaz kumlara yattım, maviden turkuvaza geçen denizde kulaç attım. Kumsalda dev deniz salyangozlarının kabuklarını aradım. Akşamüstü geminin kıç barında Cozumel’e veda ederken gemi Jamaika’ya dümen kırmıştı. Yucatan’ın ardından kaybolan güneşin kızıllığında, rengarenk hayallere daldım.
Bir gün boyunca dur durak bilmeden yolculuk yapacaktık. Bunu fırsat bilip, size biraz gemi yaşamından söz etmek istiyorum. İşe yeme-içmeden başlayacağım.
Costa Atlantica, boğazına düşkün olanlar için adeta bir cennet mekandı. Sabah kahvaltısında bir kuş sütü eksikti (belki o da vardı); çeşit çeşit peynir, salam, sosis, ekmek, isteğe göre pişen omletler, sevenlere soğuk balık çeşitleri, diyet ürünler, tatlı hamur işleri, rengarenk tropikal meyveler... Her hangi bir kısıtlama olmadan yemek mümkündü. Öğlen de öylesine çok çeşit vardı ki, yolcular hangisini alacağına karar vermekte zorlanıyordu.
Gemide çeşitli manzaralara sahip 5-6 tane bar vardı. Hepsinde gruplar müzik yapıyor, şık hanımlar ve saçları jöleli beyler, bu müzikler eşliğinde içkilerini yudumluyorlardı. Hoşça vakit geçirmek için her şey düşünülmüştü. İsteyen sanat müzayedesine fiyat artırıyor, tombalada çinkoları kovalıyor, film seyrediyor, havuzda güneşleniyor, isteyen spor salonunda ter döküyor, lüks mağazalardan alış veriş yapıyor ya da sessiz bir köşede kitabıyla baş başa kalıyordu.

550 BANKALI ADA

Gemi ertesi sabah Jamika’nın doğu kıyısındaki Ochos Rios (8 Nehir) kentine halat attı. “No women, no cry...” Kıyıdaki bir kahvenin yarı açık penceresinden, Bob Marley’in bu ünlü şarkısı sızıyordu.
Jamaika’yı reggae’siz düşünmek, dünyayı havasız düşünmekle eşdeğerliydi. Ülkenin bütün radyo istasyonlarında, 24 saat kesintisiz bu müzik çalıyordu. Herkes yürürken, yemek yerken, çalışırken, koşarken, sevişirken hep bu ritme ayak uyduruyordu.
Dört bir yandan uçuşan kıvrak nağmelere kulak verip, kıvrak adımlarla iskeleyi terk ettim. Aklımda botanik bahçesi vardı. Önce oraya gittim. Oldukça ilginç bir mekandı. Tropik bahçede ülkedeki bitki türlerinden birer ikişer örnek vardı. Hayatımda hiç görmediğim ağaçları ve çiçekleri gördüm. İkinci durağım şelaleydi. Kente ismini veren 8 nehir bir tepede buluşup tek şelale halinde denize kavuşuyordu.
Gemi Jamaika’nın bu küçük cennetinden ayrılıp dönüşe geçti. Son durağımız Grand Cayman Adası’nın boyutu küçük, şöhreti büyüktü. Söylendiğine göre, dünyanın kara parası burada aklanıyordu. Bu küçük İngiliz kolonisinde tamı tamına 550 banka, 325 sigorta şirketi, 29 bin şirket faaliyet gösteriyordu. Kara para işine akıl erdiremediğim için, çevredeki zenginliği gözlemlemekle yetindim. Başkent George Town’ın sahiline birbirinden lüks ev, otel ve kulüpler sıralanmıştı. Duyduğuma göre burada arsaların metrekare fiyatları 3500 dolardan başlıyordu. Hindistan cevizi, ekmekağacı, muz, mango, portakal, limon, maun, palmiye, bambu ağaçlarının arasına gizlenmiş saray yavruları 8-10 milyon dolara satılıyordu.
Otomobille 8 Mil Plajları’na gittim. Sahil göz alabildiğine beyaz kumla kaplıydı. Boncuk mavisi denizle beyaz kumların birlikteliği, tahrik edici bir görüntü oluşturuyordu. Oradan kaplumbağa çiftliğine geçtim. Cayman Adası aslında bir kaplumbağa cennetiydi. 1503’te bölgeye son yolculuğunu yaparken adayı keşfeden Kristof Kolomb, her tarafta kaynayan kaplumbağaları görünce adaya “Las Tortugas” adını vermişti.
Çiftlikteki dev havuzlar tıka basa dev kaplumbağa doluydu. Bunlardan her yıl 9 bini denize salınıyor, kalanın eti marketlerde satılıyor, ihraç ediliyordu.
Gemi limandan ayrılırken üç uzun düdük çalıp Grand Cayman’ı selamladı. Sonra hiç durmadan son durak Miami’ye doğru yol aldı. Sıcak Karayib macerasında değişik mekanlar gördüm, tembelliğin tadını çıkardım. Yaşam akülerimi yeniden doldurup, kendimi İstanbul’un soğuk kucağına attım.

Geçmişte yola çıkmak cesaret isterdi

Geçmişte gemi yolculuğuna çıkmak her babayiğidin harcı değildi. Maceraperestler, tüccarlar, misyonerler bu zorluğa katlanırdı. Alman tarihçi Winfred Löschburg’un “Seyahatin Kültür Tarihi”nde anlattığına göre, ilk deniz yolcuları önce gerekli eşyaları almalıydı: Keten pantolonlar, halkayla büzülebilen, kum korumalı çizmeler, hasır döşek, kusma kabı, susuzluğa karşı nöbet şekeri, yiyecek, güç veren kokular, yeşil zencefil, veba hapı ve diğer ilaçlar... Bilet fiyatları, gidiş-dönüşte günde iki öğün yemeği, sınırsız içme suyunu, civar gezilerini, koruma ve eşek kiralama masraflarını kapsıyordu. Deniz aşırı yolculuklarda fırtınada geminin batmamasına yardımcı olmak, korsan saldırılarına karşı koymak yolcuların göreviydi.
Fransa’dan kalkan gemi, 650 günde Çin’e varıyordu. Avrupa’dan Amerika’ya doğru yola çıkan her 10 yolcudan biri, hedefine ulaşamıyordu. Buhar gücünün bulunması deniz yolculuğunda devrim yarattı. “Clermont” adındaki buharlı gemi, 1807’de Hudson Nehri üzerinden New York-Albany arasındaki ilk seferini yaptığında, Robert Fulton, nehir ve deniz gezileri tarihinde yeni bir çığır açmış oldu.
“Yüzer otellerin” ilk örneklerini “City of Memphis” ve “Golden Dust” isimli, yandan çarklı, devasa beyaz gemiler oluşturdu. Bir zamanlar ünlü Missisipi dümencisi Clemens (namı diğer Mark Twain) bu yandan çarklılara “yüzen saraylar” diyerek onları ölümsüzleştirdi. Gemilerdeki dans salonlarından ve güvertelerden müzikler yükseliyordu (tıpkı bugünkü gibi). Bu nehir gemileri, yolcularla birlikte New Orleans blues’unun hüzünlü nağmelerini de tüm Amerika’ya yayıyordu.
Okyanusu geçen ilk buharlı gemi “Savannah”, 1819’da Amerika’dan İngiltere’nin Liverpool Limanı’na tam 25 günde gitti. Yeterince yakıt olmadığı için makine sadece durgun havalarda çalıştırılmış, rüzgarda yelkenler imdada yetişmişti. 1840’ta İngiliz armatör Samuel Cunard, Atlantik’teki ilk buharlı gemi ağını kurdu. 1852-1857 arasında Thames Nehri’nde inşa edilen yandan çarklı ve uskurlu vapur “Great Eastern”, 207 metre uzunluğunda, 25 metre enindeydi. Saatte 26.8 kilometre hıza erişebilen bu ilk okyanus devi dünyada hayranlık uyandırmıştı.
Deniz yolculuğunun kaba özeti böyleydi. Aradan geçen asırlar gemileri süper lüks otellere dönüştürmüştü. Ama gemilerin hızı bir o kadar artmamıştı.

EN SEVDİĞİM 5 ROTA

1) Norveç Fiyortları: Haziranın ikinci haftasında güneş batmaz, 24 saat güneş altında, fiyort görüntüleri unutulmazdır.
2) Akdeniz: Cenova, Napoli, Messina, Barselona, Marsilya ilginizi çeken kentlerse, temmuz başında yolculuğa çıkmanızı öneririm.
3) Alaska: Temmuz başında, aydınlık gecelerde Seattle, Ketchikan, Juneau, Skagway, Victoria...
4) Karayip Adaları: Türkiye’nin kış soğuğunu yaşadığı aylarda yaz sıcağını özleyenler için ideal.
5) Volga Nehir Turu: St. Petersburg ile Moskova arasında muhteşem bir yolculuk... En güzel zamanı temmuz başı.

False