Karaşın Cumhuriyeti’nin ele gelmez adamı

Güncelleme Tarihi:

Karaşın Cumhuriyeti’nin ele gelmez adamı
Oluşturulma Tarihi: Eylül 29, 2012 00:00

Türkiye, 26 Eylül Çarşamba günü, bu coğrafyanın ürettiği eşsiz bir müzik adamını toprağa verdi. Sözü olan herkes söyleyeceğini söyledi. Ve hayat, aradan geçen üç günde, olağan yatağındaki akışına döndü. Bugün pazar. Şöyle bir nefeslenip geriye dönerek, ne kaybettiğimizi bir kez daha hatırlamaya ne dersiniz?

Haberin Devamı

Neşet Ertaş, 1976’da çıktığı en uzun gurbetinden anayurduna 2000 yılında dönene kadar, adı, sanı, yüzü unutulmuştu. Öyle ki o dönemde, radyolarda, aTV’de ve hatta TRT’de programa çıkan sanatçılar “Rahmetli Neşet Ertaş’tan bir türkü” anonsu yapıyordu. Oysa o yıllarda o, tıpkı memleketinde olduğu gibi Almanya’da da, büyük veya küçük iş ayrımı yapmadan, ekmek parası peşinde düğün, konser ve kulüplerde çalıyor; piyasada kimileri Neşet Ertaş adıyla yayınlanmış korsan kasetlerden zengin oluyordu. Az sayıdaki hakikatli sevenleri elbette peşini bırakmıyordu. Müzik yazarı Murat Meriç ile Metin Solmaz, 1996’da Ankara’da yayımladıkları ‘Müzük’ dergisinin tanımlayıcı cümlesini “Zapatistalardan Neşet Ertaş’a” olarak belirlemişti. Varlığına kapı gibi iki kanıt kitap, daha sonra Bayram Bilge Tokel’in ‘Neşet Ertaş Kitabı’ (Akçağ, 1999) ile Öner Özcan’ın ‘Neşet Ertaş-Yaşamı ve Bütün Türküleri’ (Simurg, 2000) yayımlandı. Ancak bütün çabalar, kısıtlı bir okur kesimine ulaştığı için Neşet Ertaş hâlâ “yaşamıyordu”.

Ertaş’ın aradan 25 yıl geçtikten sonra Türkiye’ye dönüş bileti almasında iki sebepten biri, İzmir’deki kardeşinin yanında olma zorunluluğuydu. İkincisiyse Hasan Saltık’ın (Kalan Müzik) onu yüreklendirmesiydi. Saltık, telif sorunlarını çözümlediği 200’den fazla türküsünü toparlayıp Neşet Ertaş Külliyatı’nı yayınlayacak, bir dizi konserle de büyük ustanın, deyim yerindeyse küllerinden yeniden doğmasına ön ayak olacaktı. Her şey tam da düşünüldüğü gibi gelişti. Neşet Ertaş, 25 yıl sonra ilk kez İstanbul Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda seyircisinin karşısına çıktı.

Ben, o konserden birkaç saat önce, kaldığı otel odasındaki ziyaretimiz sırasında tanıdım onu. Çalıştığım dergiden birkaç arkadaşla o konsere gidecektik. Hasan Saltık, “Biraz erken çıkıp Neşet Abi’yi ziyaret edebilir misiniz?” diye ricada bulundu. Sebebini sorup da “Çok korkuyor. Sizinle tanışırsa belki biraz rahatlar” yanıtını alınca, şaşkınlığımız arttı.

Otel odasına girdiğimizde, Neşet Ertaş Milliyet’ten genç bir hanım muhabirle söyleşi yapıyordu. Bir kenarda bitmesini beklerken, içinde bulunduğu duygu durumunun, odanın atmosferini doldurduğunu görmemek mümkün değildi. Neşet Ertaş, art arda içtiği sigaralarla yenmeye çalışıyordu korkuyu. Heyecanına, bizi ağırlayamamanın telaşı da eklenince, ne yapacağını bilemez hale geldi. Ortalığın biraz durulduğu bir anda ciğerlerinde tuttuğu havayı birden boşaltıp “Bakalım bu gece ne yapacak gardaş” dedi. Cümlesinin muhatabı yoktu. O gece Açıkhava’nın merdiven boşlukları bile dolmuştu. Neşet Ertaş, kulisten kalabalığı görmüş olmalıydı. Nitekim sahnedeki yerini aldığında kalabalığın gürültüsü nefes sesi bile duyulacak dereceye düşmüştü ve o da, alışılanın aksine, seyircisini selamlamadan sahnedeki yerine oturup doğrudan “Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm” türküsüne girdi. Türkü bittiğinde hem seyircinin hem de Neşet Ertaş’ın donakalmışlığı birkaç saniye sürdü. Boşluk, ayakları üzerinde doğrulan seyircinin ortalığı yıkarcasına kopan alkış ve ıslık sesleriyle doldu. Korkunun zinciri kırılmıştı.

Haberin Devamı

KONUŞMADAN ANLAŞILMAYI BEKLEYEN BİRİ

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın yayımladığı Gönül Dağında Bir Garip: Neşet Ertaş Kitabı’nı (2006) yapma düşüncesi o geceden sonra doğdu. Neşet Ertaş, hakkında kitap yapma teklifimi kabul ettiğinde, doğal olarak o güne kadar yayımlanmış ne varsa dersime çalışmaya koyuldum ve kısa sürede bir açmazla karşı karşıya kaldım. Yukarıda andığım iki kitap ve bütün söyleşilerde Neşet Ertaş, hemen hemen noktası ve virgülüne kadar aynı öyküyü anlatıyordu. 20 yılı aşkın gazetecilik hayatımda, söyleşilerde kimsenin aklına gelmeyecek sorular üretmede üstat saydığım, arkadaşım Serhan Yedig’in 30 Temmuz 2000’de Hürriyet’te yayımlanan söyleşisi de bundan muaf değildi. Bu, sanatçının genel tavrıysa ki öyle görünüyordu, zaten bilinenlerden farklı ne konuşacaktık?
O sırada Bakırköy’de bir ‘yakınının’ evinde kalıyordu Neşet Ertaş. Zili çaldığımda kapıyı o açtı. Beni görünce kapıyı aralık bırakıp “Geliyorum” deyip çekildi. İçerde, bir topuklu terlik sesi, bir odadan diğerine geçti. Birkaç saniye sonra da Neşet Ertaş üzerinde bir mont, kafasında köylü kasketiyle kapıya çıktı. Söyleşimizi evde yapacağımızı zannettiğimden gidecek bir yer düşünmemiştim. Merdivenleri inerken yerimizi belirlemiştim: Yeşilköy kıyısındaki Rönepark Çay Bahçesi. Gönül Dağında Bir Garip: Neşet Ertaş Kitabı’nın bütün kayıtları o çay bahçesinde tutuldu. İlk buluşmamızda gergindi Neşet Ertaş. Haksız da sayılmazdı. Kim, ilk kez gördüğü birine hayatının bütün kapılarını açmaya istekli olur ki? Isınma kabilinden yürüttüğümüz sohbetin kıvamını uygun bulduğum anda sorularımı sormaya başladım. Kısa sürede anladım ki, Neşet Ertaş, konuşmadan anlaşılmayı bekleyen biriydi. O gün ve sonraki günler defalarca kayıt cihazını durdurup bir kitabın o kadar kısa cümlelerle dolmayacağını anlatmaya çalıştım. O, her defasında “Peki” diyor, ama sorular ilerledikçe aynı noktaya geri dönüyorduk.

Haberin Devamı

BU MESELE BİTER Mİ?

Kitap yayımlandığında, televizyonda Ahmet Hakan Coşkun’un programında “Beni en iyi anlatan kitap bu” diyerek çalışmamızı onurlandırdı Neşet Ertaş. Fakat ben çevremdeki çoğu kişiden “Fazla katır kutur olmuş. Konuşturamamışsın” eleştirilerine maruz kaldım. Herkes haklıydı. Bazı sorularım, sorarken beni bile acıtan, kanırtıcı nitelikteydi. Her defasında gözü doldu Neşet Ertaş’ın “Oralara girersek çıkamayız gardaş. Çıkamayacağımız yere girmeyelim istersen” dedi; kıyamadım. Gençlik yıllarındaki “özel” durumlarına ilişkin sorularımı, “Yarın şu konuları görüşmek istiyorum” deyip dönüş yolumuzda onu hazırlamaya çalıştım. O konunun içinde kendisinden başka isimler varsa son derece koruyucuydu. Mesela birinde “Arif (Sağ) bizdendir. Konuşsak, bilirim bir şey demez. Ama Orhan’a (Gencebay) yazık etmeyelim. Çevresi farklıdır. Bana ne edersen et de, başkasına kıymayalım” dedi. Kimseye kıymadık.

Gönül Dağında Bir Garip: Neşet Ertaş Kitabı’nı baskıya hazırlarken, hayatımda ilk defa hiç zorlanmadım. Neşet Ertaş, bir kuyumcu terazisinden çıkmışçasına dikkatli konuşmuştu; ne bir eksik ne bir fazla. Sonraki günlerden birinde, Mecidiyeköy’de bir köftecide buluştuk. O ara, “Türkiye’ye döndükten sonra o kadar büyük konserler verdiniz. Geçenlerde bir kasaba belediyesinin pazar yeri açılışında konser verdiğinizi öğrendim” dediğimde, arkasından geleceği anladı: “Ne’decen? Ekmek parası. Bi ben olsam neyse. Ama bizim kara kafalara da (saz arkadaşlarını kastediyor. H.A.) iş lazım. Ben çıkmazsam açlar. Hem ne varımış, oraya da çıkmazsam ben halkımla nasıl bir arada olacağım?”

Öldüğü gün, devlet sanatçılığı unvanını kabul etmediğini vurgulayan televizyoncular, karşılarına çıkan herkese “Neşet Ertaş’ın devletle bir meselesi mi vardı?” sorusunun, önceden verilmiş cevabını aradı. Evet, bu coğrafyada dinsel yönelimi, cinsiyeti, etnik kimliği ne olursa olsun, bütün ‘kara kafalar’ın, yoksulların, yüzyıllar boyunca hep bir ‘meselesi’ vardı. ‘Kimsesizlerin kimsesi’ olduğu iddiasıyla kurulan ‘sarışın cumhuriyetin’ çoğunluğu oldukları halde ‘kara kafalar’ın meselesi bugün de sürüyor. Bütün hayatını tevazu içinde tamamlayan bir sanatçının cenaze törenini bile gösteri meselesine çevirenlerle mesele biter mi?

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!