Kanatların altındaki İstanbul

Tuğrul ŞAVKAY
Haberin Devamı

Bu aralar sık seyahat ediyorum.

Lufthansa'nın nazik daveti üzerine, bu kez de Almanlar’ın ünlü bira bayramı Oktoberfest'i izlemek üzere Münih'e gittim. Hafta sonunu orada geçirdim.

Yolculuk hem gidiş, hem de dönüşte çok güzeldi.

İstanbul'a yaklaşırken, elimde olmadan heyecanlandım. Kaptanın anonsu üzerine pencereden bakarak yaşadığım kenti görmek istedim. Ünlü tangonun sözlerindeki gibi, "keşke görmez olaydım!"

* * *

İstanbul'a Avrupa'dan gelirken Tekirdağ'dan başlayarak kıyıya paralel uçuluyor. İstanbul, Çekmece'den itibaren kuşbakışı görünüyor. Ama ne görünüm!

Uçağın o küçücük penceresinden görünen, uçsuz bucaksız bir bina ormanı. Üzeri demir filizli, tuğla ve kiremit renginin hakim olduğu çirkin bir yapı yığını sözkonusu olan.

İşin daha acıklı yanı, bu yapılar nefes almamacasına birbirine yapışık. Daha kötüsü, aralarında ne bir sokak, ne bir cadde, ne de herhangi bir yol çizgisi farkediliyor. Farkedilmiyor, çünkü yok! Olanlar da yapıların arasına sıkışıp kalmış. Demek ki, yetersizler.

İş o kadarla da kalmıyor. Çevre yolunun havaalanına giden bölümünü izleyen bir pis su açıkta akıyor da meğer biz yerden bunu her gün yanından geçmemize rağmen görmüyormuşuz. Bu, derenin islah edilmişi. Bir de siz islah edilmemişleri düşünün.

* * *

İnsan daha gökyüzündeyken böyle bir İstanbul'la karşılaşınca basbayağı bir hayalkırıklığına uğruyor.

"İstanbul bu değil, bu kent böyle olamaz." Bunlar İstanbul'u bilip tanıyan insanların feryatları.

Böyle söyleyenlerin haklı olduğunu ise ancak Boğaz'ı, Marmara kıyılarını, İstanbul'un tepelerini görünce anlıyorsunuz. Ama orası İstanbul'sa, burası da İstanbul. Orada İstanbullular yaşıyor da, buralarda yaşayanlar Marslı mı, yoksa Merihli mi?

* * *

Görüntüden çıkan sonuç şu: İstanbul bir kanserli ur gibi büyüyor. Toplumsal baskının karşısında yeterli önlem alınamıyor. Kentin büyümesi, insanların insafına bırakılmış. Herkes kafasına göre takılıyor. Özgürlük, anarşi düzeyinde.

Ben uzun yıllar boyunca, Türkiye'de gizli bir komünist zihniyet olduğuna inanlardanım. Komünizmin çöküşünden sonra da bu fikrimi değiştirmedim. Bu kafa Türkiye'de daha uzun süre egemen olmaya devam eder diye düşündüm.

Galiba yanılmışım. Türkiye felsefi anlamda daha ileri bir aşamaya gelmiş de biz teşhişi koyamamışız. Komünizm aşılmış, anarşizme geçmişiz de farkında bile değiliz.

Faşistler, liberalizmin anarşisinden sözederler. Yanlış. Kişisel çıkarların toplumsal çıkarın önüne çıkarılmasına hiçbir uygar kapitalist ülkede izin verilmez.

Galiba bütün bunları ne kapitalizmle, ne komünizmle, ne de faşizmle açıklamak mümkün. Buna toplumsal gerilik diyorlar. İşin özü bu.

Taksi şoförü

Filmi gördüğümde bayılmıştım. Robert de Niro'nun taksi şoförlerini tanımak için harcadığı vakit ve çabayı da okuduğumda, bu çabayı saygıyla karşılamıştım. Gerçekten aktörün bu işi iyi yaptığına inanmıştım.

Geçen yıl "Taksi" adında bir Fransız filmine gittim. Çılgın, akrobat bir şoförün sürücülüğü konu ediliyordu. Gerisi fon oluşturan tatlı bir polisiye idi.

Filmi sinemada seyrederken çok hoşlandım. Hatta Hürriyet-İstanbul'a da yazdım.

* * *

Münih dönüşünde havaalanından taksiyle döndüm. Müthiş korktum. Yüreğim ağzıma geldi.

Yaşadıklarım, hiç de filmlerde seyrettiklerime benzemiyordu. Altımda sinemanın rahat koltuğu yerine taksinin her an üzerinden fırlayacağımı hissettiğim koltuğu mevcuttu.

O1 otoyoluna saparken dayanamayıp şoföre, "lütfen biraz yavaş ve dikkatli sürer misiniz" demek zorunda kaldım. Bu lafımını üzerinden altmış saniye geçmeden durabilmek için asfaltı kazıdık.

Arkamızdaki arabanın sürücüsü de aynı başarıyı gösterdi ve tamponumuza değerek durabildi.

Çünkü hem biz, hem de o, yüz metre ileride trafiğin durduğunu göre göre saatte 80 kilometrenin üzerinde bir hızla gidiyorduk!

* * *

Almanya'ya alışmam için üç gün orada kalmam yetti.

Taksi şoförleri orada da pek yavaş değil. Ama içlerinden hiçbiri, yüz metre ileride duracağını göre göre gaza deli gibi basmıyor. İşaret falan vermeden bir şeritten bir başka şeride kendini atmıyor. Yaya geçitlerinden son hızla geçmiyor. Trafik ışıklarına uyuyor.

Kısacası, akla ve sağduyuya uygun ve başkalarına saygılı davranıyorlar.

Bu kadarını beklemek de acaba çok mu?

* * *

Bu arada aklıma geldi. Tesadüf bu ya, Almanya'da bindiğim taksilerin tümü de Mercedes idi. Hele kaldığım köy ile istasyon arasında çalışanı bir Mercedes "S" sınıfı arabaydı ki, otomobil dünyasında en gelişmiş arabalardan biri sayılmakta. Herhalde onların frenleri bizim Şahinlerden daha iyi tutuyordur!

Metro

Seçimlerin hemen öncesinde Recep Tayyip Erdoğan, büyük bir gösteri ve gösteriş ile Taksim-Levent metrosunu sözümona açtı. O nasıl açılış ise!

Sadece Dördüncü Levent'teki trafik karmaşası, daha doğrusu kördüğümü biraz çözülür gibi oldu, o kadar.

Hálá metrodan ne bir ses, ne bir nefes. Yerin altında ne olup bitiyor, onu da anlamak mümkün değil.

Benim bildiğim İstanbul'da metro ulaşımı tam bir acz içinde. Hafif raylı sistem dedikleri de, İstanbul gibi bir kent için,devede kulak denecek mertebede.

* * *

Bugün köşemi Almanya anılarıyla doldurdum, ama söylemeden geçemeyeceğim. Münih gibi bir şehirde, kentin çok uzağındaki havaalanından Münih'in bir diğer ucundaki banliyö köyüne kadar her tarafa raylı sistemle ulaşabiliyorsunuz.

Eşimin bir yakınını ziyaret etmem gerekti. Ben havaalanı tarafında kalıyorum. Onlar ise Münih'in öbür ucunda kent dışında bir yerde oturuyorlar. Kent merkezinde, Marienplatz'da bir metro değiştirdim. Toplam yolculuk bir saati aştı. Ama dünyanın öbür ucuna son derece rahat bir biçimde de ulaştım. Ne itiş, ne kakış. Yolculuk boyunca oturmak bile mümkündü.

* * *

İstanbul bu konuda yayan kalmış durumda.

Mutlaka bir şeyler yapmak lazım.

Yazarın Tüm Yazıları