Kader kapıyı çaldığında

Bize benzemeyen bazı insanlar var. Bizim duymadığız sesleri duyuyorlar, bizim görmediğimiz renkleri görüyorlar, bizim bilmediğimiz cümleleri biliyorlar.

Bir boşluğa ellerini sokuyorlar ve oradan sesler, renkler, cümleler çıkarıyorlar.

Kendisi de sihrin parçası olan bir sihirbaz gibi.

Sonra o boşluktan çıkardıklarını yan yana diziyorlar.

Onların büyük bir boşluktan bulup getirdikleriyle bir bakıyoruz bizim hayatımızın küçük boşlukları doluyor.

Anlamsızlıklarımız anlam kazanıyor.

Sanki ölümlü bir fani olduğumuz gerçeğinin varlığımıza eklediği o kurt yeniği gibi girintili çıkıntılı eksiklikleri tamamlayabilmemiz için gönderiliyor onlar.

Özel görevliler gibi.

Görünüşleri bizim gibi ama ruhları, halleri, duyguları, düşünce biçimleri çok daha değişik.

Bizim için önemli olanlar onlar için önemli değil.

Bir yanlarıyla sanki bir başka alemde yaşıyorlar.

"Onlar"ın en ünlülerinden, en büyüklerinden ve en tuhaflarından biri olan Beethoven, hayatıyla ilgili çekilmiş son filmde şöyle diyordu.

- Tanrı bazılarının kulağına fısıldar. Benimkine bağırdı. Onun için sağır oldum.

Tanrı onların kulaklarına bağırıyor gerçekten.

Bazen sağır oluyorlar, bazen deliriyorlar, bazen bütün insanlardan kaçıp inzivaya kapanıyorlar, bazen huysuzlaşıyorlar.

Belki Tanrı en hızlı onun kulağına bağırdığından Beethoven’da bütün bu olumsuz özelliklerin neredeyse hepsi vardı.

Daha otuzuna varmadan sağır olmuştu.

Niye sağır olduğunu da kimse anlayamamıştı.

Onu sağır etmek için o kadar çok neden vardı ki. Ölümünden sonra analiz edilen saç teli, vücudunda inanılmaz ölçüde kurşun bulunduğunu gösteriyordu. Fazla miktarı sağırlık yapıyordu gerçekten. Ama o kadar kurşunu nereden almıştı?

Frengiden de olabileceği söylendi.

Hatta, uyanık kalabilmek ve çalışabilmek için yaz kış kafasını sürekli olarak buz gibi suya sokması da sağırlık nedenlerinden biri olarak zanlılar arasına yazıldı.

Belki de bunlardan hiçbiri değildi ve gerçekten Tanrı bağırmıştı kulağına.

Çünkü insanlık tarihinde bir başka örneği olmayan bir şey gerçekleşti onun hayatında.

O eşsiz senfonilerinin hepsini sağırken, dış dünyadan hiçbir ses duymazken besteledi.

Korkunç bir sessizliğin içinde.

Dış dünyadan ona ulaşan tek bir ses bile yoktu.

Bulduğu o seslerin tümünü kendi içinden çıkarıyordu.

Bizim sağırlık dediğimiz o korkunç sessizlik içinde o kimsenin duyamadıklarını duyuyor, onları yan yana diziyor ve bütün hemcinslerinin övüneceği müzikler yapıyordu.

Onun yan yana dizdiği sesler daha önce hiç kimse tarafından duyulmamıştı.

Olmayan melodiler, olmayan ses biçimleri yaratıyordu.

Peki, sağır biri, içine hiçbir sesin sığamadığı korkunç bir sessizliğin içine hapsolmuş biri, o sesleri nereden buluyordu?

O korkunç sessizliğin neresinden çıkıyordu o sesler?

Varolan hiçbir sesi duyamazken varolmayan en güzel sesleri duyabiliyordu.

Kendisi de sihrin parçası olan bir sihirbaz gibi yoktan var ediyordu.

Bu, onu büyük bir kompozitör yapsa da mutlu bir insan yapmıyordu elbette.

Sağır olduktan sonra yıllarca insanlardan kaçmıştı.

İntiharı düşünmüştü.

İnsanlardan kaçıyordu çünkü bir müzisyenin "sağır" olduğunu insanlara söylemesinin mümkün olmadığına inanıyordu.

Bu onu huysuzlaştırıyordu.

Ama aslında o sağır olmadan önce de huysuz biriydi.

Kaba davranırdı çevresindekilere.

Alkolik babası gibi o da sertti.

Üstelik garip davranışları vardı.

Hiç durmadan sürekli yıkanır ama kirli ve pis elbiseler giyerdi.

En yakınlarıyla bile kavga ederdi, kardeşiyle ise arası nerdeyse hiçbir zaman iyi olmamıştı.

Bazı iddialara göre kardeşinin karısına aşıktı.

Onun "kadınları "hakkında kimse çok açık bir bilgiye sahip değildi zaten.

Adı bilinen bir tek sevgilisi olmuştu, o da bir baronesti ve sonunda aralarındaki sınıf farklarından dolayı ayrılmışlardı.

Ve, bir "ölümsüz aşkı" vardı.

Kimsenin kim olduğunu bilemediği esrarengiz bir kadın.

Büyük bir ihtimalle birisinin karısı.

Onu gerçekten sevmişti.

Ona "ölümsüz aşkıma" diye başlayan mektuplar yazmıştı.

Onun için besteler yapmıştı.

Ve, adını bir tek kez bile söylememişti.

Hiç kimse, hiçbir dost, hiçbir akraba, hiçbir sırdaş, ondan sevdiği kadının adını duymamıştı.

Söylememişti.

Sağırlığı gibi mutlak bir ketumiyeti vardı.

"Tanrı onun kulağına bağırmıştı."

Çok güçlü bir sesle bağırmış olmalı ki o her şeyiyle kimseye benzemeyen birine dönüşmüştü.

Bazen onun deli olduğunu bile düşünüyorlardı.

Hayatının son iki yılında yaptığı besteler, "son kuartetler" adını taşıyan müzik parçaları öylesine kuvvetli ve şaşırtıcıydı ki birçok müzisyen onların sırrını bugün bile çözememişti.

Nasıl çalınması gerektiğini bile anlayamıyorlardı.

Başka hiç kimsenin yaptığı müziğe benzemediği gibi Beethoven’ın kendi müziğine bile benzemiyordu o parçalar.

Bir öğrencisi, o müzik parçaları için, "onları çalmak çok zor" demişti, "öyle ani ve beklenmedik sürprizlerle dolu ki, bir trajediden bir sevince, ağırbaşlılıktan komediye, acıdan neşeye aniden geçebiliyor."

Sanki bildiği bütün duyguları, kafasındaki sessizliğin içinde duyduğu bazı seslere dönüştürüp, bulduğu bu seslerle yaşadığı duyguların tümünü bu son parçalarına aktarmıştı.

Bazen bundan yakınıyordu.

"Benim sessizliğe ihtiyacım var ama kafam seslerle dolu. Hiç susmuyorlar. Ancak yazdığımda biraz rahatlıyorum. Tanrı bana müzik yaratabilen bir akıl verdi. Sonra ne yaptı? Herkesin sevdiği müziğimden zevk almama izin vermedi. Kendi yaptığım müziği duyamıyorum. Tanrı bu mu? Bu mu dost?"

Ama bazen de kimsenin duymadığı, sadece onun sağır kulaklarına ulaşan o tanrısal sesten mutlu oluyordu.

"Havadaki titreşimler Tanrı’nın nefesidir. Biz müzisyenler tanrıya yakın insanlarız. Onun sesini duyarız, onun dudaklarını okuruz. Onun ismini söyleyen Tanrı’nın çocuğunu dünyaya getiririz. Müzisyenler böyle insanlardır işte. Ve eğer böyle değilsek, hiçbir şey değilizdir."

Tanrı’nın dudaklarını okuyan, Tanrı’nın nefesini duyan, o nefesten gerçekten tanrısal müzikler yaratan bu huysuz ve sağır adam insanlarla, onların mutluklarıyla ve siyasetle de ilgileniyordu.

Eşitliğin ve mutluluğun olduğu bir dünya hayal ediyordu.

Napolyon’dan çok ümitlenmiş, onun Avrupa’ya özgürlük getireceğini düşünmüş, ona adadığı besteler yapmıştı.

Ama Napolyon’un kendisini "imparator" ilan etmesiyle büyük bir hayalkırıklığına uğrayıp öfkelenmişti.

Fikirlerini sürekli olarak yazdığı defterine şöyle yazmıştı.

" Ne yazık ki müzik sanatından anladığım kadar savaş sanatından anlamıyorum. Napolyon’u yenebilirdim."

Mutsuz ve huzursuzdu, "sanatçılar huzursuz insanlardır" diyordu ama o sanatçıların en huzursuz olanlarından biriydi.

Çok haklı nedenleri vardı.

Bir tek gün bile sevdiği kadınla rahatça birlikte olamamıştı.

Bir kadınla yaşayamamıştı.

Aşık olduğu kadının adını bile söyleyememişti.

En güzel sesleri yaratırken, en basit sesleri bile duyamamıştı.

Herkesin bildiği o hikaye bir insanın içinde mutlulukla mutsuzluğun nasıl birbirine karışabileceğini gösteriyordu zaten.

Dokuzuncu Senfoni’yi ilk kez çaldırdığında bütün salon ayağa fırlayarak onu çılgınca alkışlamaya başlamıştı.

Ama o alkışları duymuyordu.

Müzisyenlerden biri tutup onu seyircilere çevirmişti.

Onların nasıl alkışladığını, başarısını gördüğünde ağlamaya başlamıştı.

Tanrı onu "seslerin efendisi" olarak yaratmıştı.

Ve, sonra ondan sesleri duyma gücünü almıştı.

Hangimiz böyle bir kaderi isteriz?

Dünyanın en güzel müziklerini yaratma yeteneği karşılığında, o müzikleri duyma yeteneğini tümüyle kaybetmeyi bize önerseler, kaçımız bunu kabul ederiz?

Ve, Tanrı "kendi nefesini" herkesten daha iyi duyacak yeteneği bağışlayacak kadar sevdiği birini neden sağırlaştırır?

Beşinci Senfoni’de "kaderin kapıyı" çaldığı bölüm büyük vuruşlarla başlar.

Beethoven kaderin kapıyı nasıl çaldığını duymuştu çünkü.

Hem büyük bir müjdeyi hem de uğursuz bir haberi vermek için kader onun kapısını iki kere çalmış, ikinde de gerçekten güçlü darbelerle geldiğini haber vermişti.

Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük müzisyeniydi.

Ve o sağırdı.

Yazdığı o "son kuartetler"de olduğu gibi, kaderin de ne zaman ritmini değiştireceği belli olmuyordu.

Yağmurlu bir mart akşamında öldü.

Elli yedi yaşındaydı.

Ölmeden bir dakika önce bir büyük bir yıldırım düştü.

Ölüm döşeğinde gözlerini açıp ışığa baktıktan sonra yumruğunu kaldırdı.

Bir an öyle durduktan sonra kolu düştü, soluğu tükendi.

Sıkılı bir yumrukla ayrıldı hayattan.

Öfkeyle.

Tanrı’nın en büyük ödülüne ve en büyük cezasına bir arada sahip biri olarak.
Yazarın Tüm Yazıları