Kaç erkek sattığı evin parasıyla karısına mücevher almıştır?

Ela ve Leyla'ya 'hoşça kalın' dedim.

Şimdi büyük apartmanların arasına sıkışmış, önünden geçerken dikkat etmezseniz göremeyeceğiniz beyaz köşkün geniş bahçesine çıktım.

Her iki yanında gül fidanları dizili ince yokuştan indim.

Büyük demir kapıyı açtım, artık olmayan, benzerine rastlanmayan bir dünyayı arkamda bıraktım.

Göztepe'nin bildik hayhuyuna karıştım.

Eve dönerken uzun uzun İsmail Türsan'ı düşündüm.

Bu, 1913 doğumlu, gencecik adamı.

Onun Göztepe'de geçen çocukluğunu.

Mekteb-i- Sultani'deki gençlik yıllarını.

Bir tek onu sevdim diye anlattığı büyük aşkını; Elhan Hanım’ı.

Hiç kaçamak yapmadınız mı sorumu, ‘‘Başka aşk tatmadım’’ diye yanıtlayışını.

Bu arada attığı muzip bakışı.

Edebiyattan konuşurken ‘‘Verlaine’’ deyip başka bir şey demeyişini.

Ezbere okuduğu şiirleri : ‘‘O ma solitude, o ma pauvrete!’’

‘‘Yalnızlığım, yoksulluğum benim’ diyen şairi hep sevdiğini ama şimdi gerçekten anladığını müstehzi bir gülüş eşliğinde anlatışını.

Rimbaud'dan söz ederken ekşittiği yüzünü..

Haşim deyince parlayan gözlerini..

Melali anlamayan gençliğe neden aşina olamayacağını..

Ve hiçbir ayrıntıyı unutmayan, inanılmaz hafızasını...

Bunları düşündüm.

En çok da anlattığı hikayeleri...

Bize hem çok uzak hem çok yakın bir geçmiş..

Büyük ve aristokrat bir aile...

Ve karşımda görmüş geçirmiş bütün insanlarda olduğu üzere kendisiyle dalga geçen müthiş ironik bir adam.

ASALET MECBUR KILAR

Bazen dalıp gitti. Ama hüznü sevmediğini söyledi..

Goblenlerin, porselenlerin, kristallerin süslediği geniş salonu gösterip, ‘‘Burada doğdum’’ dedi.

Lafın gerisini getirmedi...

Noblesse oblige.

Öyledir, asalet, mecbur kılar.

Birlikte geçirdiğimiz o öğle sonrasını, sohbetinden aldığım tadı, köşkte geçen zamanı nasıl yazacak, İsmail Türsan'ı nasıl anlatacaktım?

Yazının başlığı, ‘‘Köşkte Çay’’ olsun dedim.

Sonra vazgeçtim.

Sildim yeniden yazdım: ‘‘Son Romantik.’’

Onu da beğenmedim.

Başlık bulamadım, biliyorum haddim de değil ama yazmayı denemeliyim.

İyi bir yazı olmasa, onu tam anlamıyla anlatmasa da olur.

Biliyorum: Her mektup, seve seve okunur.

Yıllar önce, hastalık bile denmeyecek garip bir illetle boğuşur, evde mahsur kalmamın acısını kitaplardan çıkarırken o güne kadar tanımadığım bir yazarla karşılaştım: Sermet Muhtar Alus.

İletişim Yayınları’nın İstanbul dizisinden çıkan kitabı büyük bir iştahla okuduğumu hatırlıyorum.

Eski İstanbul'u, İstanbul hayatının izlerini, metruk mahalleleri, mahalle sakinlerinin garip geleneklerini anlatan nefis bir kitaptı.

Hayyttt! diye nara atıp sırtta kan kırmızı ceket, elde püsküllü mızrakla koşturan köşlüleri, başıbozuk tulumbacıları, şehri yakıp kavuran yangınları, sarı şalvarlarıyla dolaşan falcıları, konaktan konağa kafes arkası aşklarını, mesire yerlerini, oralarda boy gösteren sırma kakül, sim gerdan, feraceli dilberleri, afili, fiyakalı, cakalı İstanbul beyzadelerini, fes takmanın adabını, hatta hatta İstanbul'un dillere destan sokak köpeklerini anlatan bir kitap.

Kitabın iç sayfasında burma bıyık yakışıklı bir adamın, Sermet Muhtar'ın silik bir fotoğrafı ve hayatı hakkında kısa bir yazı vardı.

Sermet Muhtar, ünlü mü ünlü Ahmet Muhtar Paşa’nın, o yılların geleneklerine pek de uymayan biçimde, asker ya da diplomat olacak yerde gazeteciliği seçen oğluymuş.

Uzun yıllar köşe yazarlığı yapmış.

Belki büyük yazar payesi alamamış ama bize bu kıvrak dili, kendine özgü mizahıyla anlattığı İstanbul yazılarını miras bırakmış.

İşte bu zat, bu gönlü hovarda, Göztepe'de yirmi yedi dönümlük bir bahçe içinde, Ahmet Muhtar Paşa'nın dillere destan köşkünde doğuyor.

Dadılar, halayıklarla geçen çocukluktan sonra, yaşasın asi gençlik!

KÖŞKTEN KÖŞKE AŞK

Babasının ikazlarını, annesinin feryatlarını dinlemiyor. O yıllar için bohem sayılabilecek bir hayat tarzını benimsiyor.

Sonra sular duruluyor, evlilik saati kapıyı çalıyor.

Bu evlilikten bir kızı oluyor: Elhan Hanım.

Elhan Hanım büyüyüp serpildikçe güzelliğinin, görgüsünün, nezaketinin namı cihanı tutuyor.

Ve bir gün, bu güzel genç kız, komşu köşkün delikanlısıyla, İsmail Türsan'la karşılaşıyor.

Durduğu yerde duramayan bu yakışıklı, monden delikanlıya anında vuruluyor.

Ama ne vurulma. Vurulmamış, vurgun yemiştir.

Henüz on iki-on üç yaşında.

Gönlünü kaptırdığı komşu çocuğu da yaşlı sayılmaz; o da on yedisinde.

Aileler onay verince, nişanlanıyorlar.

Her tutkulu ilişkide olduğu gibi bir süre sonra eften püften bir nedenden ayrılıyorlar.

Ayrılık iki yıl sürecek, bu yıllar İsmail Bey için gençliğin deli rüzgarlarının estiği, Elhan Hanım için acı, gözyaşı, elem yılları olacak ama hikaye mutlu sona ulaşacaktır.

Yakışıklı İsmail ile güzeller güzeli Elhan Hanım evlenecekler ve ata toprakları Göztepe'de yaşamaya devam edeceklerdir.

O yılların Göztepe'sini anlatırken İsmail Bey, ‘‘Hayal edebileceğiniz gibi bir yer değildi’’ dedi. Hatırat da okusak, sepya fotoğraflara da baksak o hayatı asla tasavvur edemeyeceğimizi söyledi.

Oysa, benim için elinde tuttuğu saydam porselen çay fincanına bakmak bile yeterliydi.

Giydiği cekete, cebindeki mendile, kaşmir kazağının rengine, doğuştan olduğu belli zarafetine.

Gözümüzü kapasak, kandiller yanacak.

Biraz zorlasak, bahçeden ıhlamur kokuları gelebilir.

Köşkten köşke yaşanan aşkların hikayesi mutlaka bir yerlerdedir.

I935 yılında, altında Harley Davidson, boynunda atkı, zıpkın gibi genç bir adam motoruna atlar gider.

Eminim karısının yüreği pır pır eder.

Şimdi anılarını anlattığı bu salonda kim bilir ne partiler verilmiş, kim bilir ne flörtler edilmiştir?

Karısı flört edemedi diye gerçekten hayıflanan kaç adam vardır?

Ve kaç erkek sattığı evin parasıyla karısına mücevher almıştır?

Onu el üstünde tutar? Ölesiye şımartır.

Şiirler okur, güller yollar?

Kızlarıyla gurur duyar?

Onların arkadaşı, sırdaşıdır.

Söyleyin; böyle bir baba kaç kişinin harcıdır?

Ve kim Ela Koşar ve Leyla Atalık kadar şanslıdır?
Yazarın Tüm Yazıları