İtiraf ediyorum...

Çok çok uzun bir süre, insanlarla ilişkimi genişletmek, interaktif hale getirmeye uğraştım.

Allah için çok da emek verdim.

Herkesin ilgilenebileceği ortak sorunlar, öyküler buldum.

Sorular attım ortaya, hınzırca...

Cevap gelmesi için dua ettim.

Üçtü, otuz oldu, sayfalar ayırmaya başladım, ondan bundan yer çaldım. Çünkü bu karşılıklı ilişkiyi çok önemsedim. Çünkü insanların ne düşündüğünü, ne istediğini merak ettim. Hep kendi hikayelerimle işi götüremeyeceğimi de bildim! Çeşitlilik, renklilik, farklı görüşler, farklı başkışlar, çoksesli bir dünyadan çeşitli kreşendolar, dekreşendolar yakalamaya çalıştım.

Ama ne oldu?

Önce 300'e sonra 3000'e çıktı!

Öyle bir noktaya geldim ki...

Artık normal bir yazının içinde ‘‘Öyle değil mi?’’ cümlesini gören ‘‘Öyle...’’ ya da ‘‘Öyle değil canım...’’ diye fikrini beyan etmeye başladı.

Hiç itirazım yok ama ben nakavt olmuş boksör gibi ringin orta yerine seriliverdim.

Bu interaktiflik beni aştı abi!

* * *

Durduk yerde günah çıkartacak halim yok.

Buna niyetli bir papaz da yok.

‘‘Var mı?’’ diye sormak dahi istemiyorum.

Mosmor olabilirim!

Vicdan azabından yazıyorum bunları.

Önümde ekranlar dolusu e-mail'ler, kağıtlar dolusu fakslar, bana bakıyor. ‘‘Hayata nasıl asılıyorsunuz?’’ mesela. Evet, bunları ben istedim. Çok istedim. O an için şahane projeydi. Hálá öyle. Binlerce de yanıt geldi. İnsanlar vakit ayırmışlar, düşüncelerini yazmışlar. Bunları yok sayabilmek mümkün değil. Ama gündelik hayatın akışı içinde, özellikle de gazetecilikte bu pek sık oluyor, önüne başka bir mesele gelince, ona dalıyorsun. Ama bu arada diğer konudaki mail'ler üst üste yığılıyor. Tek başına bir Ayşe'yim şurada. İnteraktiflik de canıma yetti! Bu kadar işin altından kalkabilmem mümkün değil. Bunları aramak, taramak, kesmek, biçmek, aktarmak, düzeltmek, imlasına bakmak, redaksiyonunu yapmak.

Bütün bu fiilleri arka arkaya sıralayınca, kendimi sanki derme çatma bir duvara yaslamışım da az sonra duvar üzerime yıkılverecekmiş gibi hissediyorum. Yok, imkanı yok! Tamam, onların hepsi benim için değerli. Bazılarından röp. konuları çıkarıyorum. Bazılarından net bilgi öğreniyorum. Bazılarından ilham alıyorum. Bu gazete ve elektronik posta ortamı yani sizler, benim ünversitem oldunuz. Ama özür diliyorum, hikayelerinizin hepsini, 24 saatimi ayırsam bile gazeteye aktarmama ne yer ne de zaman müsaade ediyor. Tek tek cevap verebilmem de mümkün değil. Ağlamak istemiyorum, şikayet de değil, sadece özür tamam mı? Yok, olmuyor, koyamıyorum. ‘‘Hayata asılanlar’’ giremiyor mesela. Bu da beni rahatsız ediyor. Çünkü size karşı sorumluluk hissediyorum.

Ama ‘‘Ben ne yapayım, siz söyleyin?’’ demeye de korkuyorum!

Sonuçta içinden çıkılması zor bir anafor yaşıyorum.

* * *

Şimdi bu yazıda neyin nesi diye derinlemesine araştırmalar filan yapmayın. Bu da böyle bir yazı işte. Bir tür dertleşme. Çünkü bunaldım. Sizinle paylaşayım istedim.

Hepsi o kadar.

Bir süredir arayamadığım, cevap veremediğim, çağırdıkları yere gidemediğim insanlar beni anlasınlar lütfen...

Çalışıyordum.

Hep çalışıyordum.

Bu aslında galiba bütün gazetecilerin kaderi...

Hayat yok, gazete var.

Hiç değilse bu gazetede üşümesek!

Helal olsun Milliyet'e

‘‘Nataşalı promosyon’’ haberi tıp dünyasını karıştırdı tabii ki. Ama benim de canımı sıkmayı başardı! Hani artık kullanmayacaktık şu ‘‘Nataşa’’ lafını? Ermeni tehciri ya da Midnight Express filmi denince akla Türkiye'nin gelmesi sizi sinir etmiyor mu? ‘‘Nataşa’’ denince insanın aklına Rusların ve fuhuşun gelmesi de, o kadar sinir bozucu değil mi? Neden bir Rus kadın ismi fuhuş eylemiyle bütünleştiriliyor? Bu kadar zor mu? Bundan vazgeçemez miyiz? Üstelik, bu haberlerin insanların üzerinde kötü etkisi de olmuyor mu sizce? Leyla Bozacı'ya tecavüz eden polisler gerekçe olarak, ‘‘Onları Nataşa zannettik’’ demediler mi? Ve olan, o zavallı kadına olmadı mı?

Yeri gelmişken bu ülkede yaşayan bir kadın olarak ve bir okur olarak, Milliyet'e teşekkür ederim. Bozacı ailesinin başına gelenleri, manşetlere taşıyarak onlara sahip çıktı. Hayatla kopmak üzere olan bağları yeniden toparladı. Helal olsun Milliyetçiler'e! Çünkü bazen köşe yazıları ya da röportajlar durumu kurtarmaya yetmiyor. Daha fazla bir destek gerekiyor. Milliyet de bunu yaptı.

Bu arada bu konuyla ilgili tartışmalardan biri de Yavuz Baydar tarafından gündeme getirildi: ‘‘Tecavüze uğrayanın adı açıkça yazılmalı mı yazılmamalı mı?’’ Eğer mağdurun itirazı yoksa, bence yazılmalı. Çünkü ortada utanması gereken biri varsa, o da tevacüz eylemini gerçekleştirenler olmaladır. Ayrıca ben röportaımda kendisine buna sorduğumda ‘‘Özellikle adımı yazın’’ demişti Leyla Bozacı, ‘‘Adımı yazın ki, bu ülkede bütün tecazüve uğrayan kadınlar çıkıp açıkça başlarına gelen felaketi anlatabilsin, söylebilsin. Benim saklamam gereken bir durum yok.’’

Doğrusu ben de yapılması gerekenin bu olduğunu düşünüyorum.

Tabii ‘‘Nataşa’’ zihniyeti devam etmediği müddetçe...

Benim özetim şudur: Ruslara ya da Romenlere ‘‘Nataşa’’ demekten vazgeçelim. Hiçbir tecavüzcü ‘‘Nataşa zannettim’’ gerekçesine sığınamasın. Bütün tecavüze uğrayanlar adlarıyla sanlarıyla ortaya çıkabilsin, o aşağılık saldırganları da teşhir edebilsin. Ve herkes tecavüze uğrayan kadınlara sahip çıksın. Milliyet'in yaptığı gibi...
Yazarın Tüm Yazıları