İşte gidiyorum çeşmi siyahım

BOŞ şeylere bakakalıp kendi hayatındaki sıkıntıları “düşünerek” çözebileceğini zanneden her insan gibi Yeni Cami avlusunda güvercinlere yem atmışlığım çok var.

Haberin Devamı

Ürkektirler. Bir yandan attığınız yemlere gözlerini dikerler, diğer yandan kafalarını her an gelebilecek bir tehlikeye karşı oraya buraya oynatırlar.
Bunun bir tek sebebi vardır. Kendi hayatlarının sahibi değillerdir.
Bilinçli olarak yaşamazlar, içgüdülerinin esiridirler.
Hem ortalığa saçtığınız o arpaları, buğdayları yemek için dayanılmaz bir istek duyarlar, hem de kendi arkadaşlarının kanat çırpma sesinden ürker, o son taneyi alamadan havalanırlar.
Bizleri kuşlardan ayıran şey esasen budur, bizler kendi hayatlarımız hakkında fikirlere sahibizdir.
Önyargılarımız vardır. Öğreniriz, bir bölümünü içselleştiririz. İyi ya da kötü, nasıl bir hayat yaşadığımızı biliriz.
Ama bildiklerimizi anlamlandırmamız da o kadar kolay değildir.
Bunu sağlamamızı, hayatlarımızı anlamlandırmamızı sağlayan şey sanattır.
Tempo dergisi şubat ayında bir kitap eki veriyor, arkadaşlar benden de bir yazı istediler. Şubat ayının anlam ve önemine binaen (Sevgililer Günü şubat ayında, söylememe gerek var mı?) o ek için bir yazı yazdım.
Yazının konusu şu: Aşk romanları olmasaydı, aşkı anlayamazdık!
Evrenin kendine özgü düzeni, insanı var olanın, gerçeğin içinde tutsak eder.
Bunun dışına çıkmak ancak ve ancak insanın zihninde başarabileceği bir şeydir.
Bu, gerçekliğin dışına çıkmaktır ve insanın evrenin tekdüzeliğinden kaçışı anlamına gelir.
Günlük yaşamın sıradan olaylarını, diğer sıradan olaylardan ayırmak ve onu anıtsallaştırmak da sanatın başladığı nokta oluyor.
Roman dediğimiz şey böyle ortaya çıktı: Yaşamın çıplak gerçeklerini, yazarın kendi zihninde yeni bir düzene sokması, idealize etmesi ve yeni bir gerçeklik yaratması!
Alaturka müzik ile hiç kopmayacak bir bağ kurmuş olmamın nedeni de budur.
Ben çocukken Gülsen Abla vardı, Antalya’da, esmer üzerine, güzel bir genç kadın. O vakitler evlerde toplanılır, yemekler yenir, aile dostları içindeki yetenekli insanların çaldığı ut, kanun eşliğinde alaturka şarkılar söylenirdi.
Hayatımın kadını anneannem sağdı, rahmetli babam çok gençti.
Benim yaşım 13–14 olmalı. Doğal olarak o şarkılardan içim sıkılırdı. Bunu fark eden Gülsen Abla bana şöyle demişti: “Bir gün âşık olursan, bu şarkıları seversin.”
Sonra Cihangül’ü gördüm, biz bahçede top oynarken, o balkonda muşmula yiyerek bizi seyrediyordu.
O günden beri alaturka şarkılar hayatımın önemli bir parçasıdır.
Hissettiklerimi o şarkılar sayesinde zihnimde bir düzene sokabildim, kendime yeni bir gerçeklik inşa etmeyi başardım, yaşadıklarımı idealize edebildim.
Onun için şimdi şunu söyleyebiliyorum: Aşkı anlamak için aşk romanları okumak gerekir, aşk acısının tek ilacı da bir kadeh rakı eşliğinde dinlenecek alaturka şarkılardır.
Filmlerdeki gibi bir gecede saçlarınız beyazlaşmaz elbette.
Ama iyidir.
Ölmek isteyeceğin kadar acı çektiğin bir anda imdadına yetişir, “hicranın sinede açtığı yareyi” söyleyip hem kendi hayatına, hem de ne kaybettiğini bilmeyene isyanını anlatabilirsin.
Önce dayılanırsın: “Aşkınla yana yana, kül olsa da bu ocağım, bu gönül sayfasını artık kapatacağım.”
Kapatamaz, teslim olursun: “Ağladığın geceleri, kalbindeki acıları, çekinmeden bana getir, sen tükenme, beni bitir!”
Aşk böyle bir şeydir, birisini seviyorsan her şeyiyle seversin.
Yarım hamilelik olmaz bu işlerde. Ya seversin, ya sevmezsin.
Zor bir duygudur. Bazen bu nedenle delirebilirsin, aklına gelmeyecek şeyler yapabilirsin ama aşk da zaten bir yarı delilik halidir.
Canın yansa bile senin halini sormasını beklemezsin, kadehindeki zehri o değil, sen içmek istersin.
Muhayyer kürdi şarkıdır, “kadehinde zehir olsa, ben içerim bana getir / dudakların mühür olsa ben açarım bana getir / ağladığın geceleri, kalbindeki acıları / çekinmeden bana getir, sen tükenme, beni bitir.”
Ama sevmekten kim usanır ki?
Onun da şarkısı var: “Sevmekten kim usanır, tadına doyum olmaz, hangi gönül uslanır, sevenle oyun olmaz.”
Bir daha o tuzağa düşmeyeceğim diye yeminler edersin. “Kaç kere yemin ettim, kaç gönüle girdim.”
Gerçek karşında dikilir: “Sensiz yaşayamıyorum, bak yine geri geldim.”
Kuşku duymayın ki bütün o olup bitenlerden sonra geri gelmek kolay değildir.
Onunla da olamayacağını düşünürsün, onsuz olursan artık bir daha hiç nefes alamayacağını da!
Zor bir durumdur, ama alaturka şarkılar yardım eder, biraz gözlerin nemlenir, utanmazsan ağlayabilirsin de.
Ne yaparsan yap, beyninin içinde bunu çözemezsin ama şarkılar söyler, en yakın arkadaşlarına bile anlatamayacağın duygularını yüksek sesle bağırabilirsin.
En sevdiğin her zaman İrfan Özbakır’ın o mahur şarkısıdır: “Şarkımı senin için yazdığımı bilseydin, dünyanın bir ucundan kalkıp bana gelseydin.”
Gelmezler.
Senin gibi hissetmedikleri için.
Hissetmiş olsalardı, zaten alaturka şarkılara ne gerek vardı, başka bir âleme geçebilirdin: Dance me to the end of love!
Dertlerini kadehlere doldurur, bitsin diye içersin ama bitmez. Sonunda hepimiz Türk’üz,“türkü çağırırız”!
İşte o zaman bu türküyü içinden söylersin, kimse duymasın, kendi acınla onu da üzme, acını bir başına çek diye:
“İşte gidiyorum çeşmi siyahım / Önümüzde dağlar sıralansa da / Sermayem derdimdir, servetim ahım / Karardıkça bahtım karalansa da / Bağladım canımı zülfün teline / Sen beni bıraktın elin diline.”
Aşk budur, acıtır, yorar ama yaşamadan da duramazsın!
Bittiğinde ölmek istemenin nedeni budur ama ölemezsin de!
Yaşadığın hayatın artık bir anlamı olmadığını bilsen de.

Yazarın Tüm Yazıları