İstanbul Depremi’ni çekseniz ya...

Dünyanın sonunu getirmeye kararlı arkadaş Roland Emmerich’in filmi 2012’yi izlerken kafamda bir ampul yandı.

Haberin Devamı

Sorarım size Türkiye’de yaşayan ve “ben yönetmenim, yapımcıyım, senaristim” diyen herkes.

Niçin bir “ıstanbul Depremi” filmi çekmiyorsunuz?

Hani deprem olmayacak gibi yaşıyoruz ya, olası yıkımı ve dramı gösterecek bir felaket filmi iyi bir “ön gösterim” olmaz mı?

Azıcık akılları başa getirmez mi?

Tabii öyle saçma klişeler, hava cıva işler olmayacak filmin içinde.

Üniversitelerle, olası ıstanbul Depremi üzerinde çalışan bilim adamlarıyla paslaşarak yazılacak senaryo.

Birebir gerçeği yansıtacak yani.

Düşünsenize, popcornu, kolasıyla “dünyamızın başına gelen kurmaca felaketleri izleyelim, başımıza gelemeyeceği için güven duygusu içinde koltuğa daha da gömülelim” duyguları içinde filme giren adam darmadağın çıksın...

“Demek başımıza bunlar gelecek” desin...

Olası felaketin ön gösterimini izleyip şok geçirmek bana son derece iyi bir fikir gibi geliyor, fevkalade faydalı buluyorum.

Sözün kısası yarı belgesel-yarı kurgu niteliği taşıyan, “henüz gerçekleşmemiş ama ileride tarihe kazınacak bir dönemin belgesi” gibi bir yapım şahane olurdu...

* * *

Haberin Devamı

Öte yandan Türkiye mamulu fantastik felaket filmi de izlemek isterdim...

Ne bileyim, uzaylılar şehr-i ıstanbul’u şöyle güzelcene bir istila etse.

Ortalığı şöyle çiyuv çiyuv diye yakıp yıksa.

Galata Kulesi devrilse, Boğaz Köprüsü ortadan ikiye yarılsa.

Yalnız benim bir korkum olur böyle bir felaket filmi çekilirse.

Şimdi tabii film ekibi dijital efektler için çılgınlar gibi çalışacak, paralar harcayacak, aylarını verecekler.

Yönetmen, bilhassa dizilerimizin en büyük hastalığı olan “gözeneğe kadar zoomlama” hastalığına tutulur diye korkarım.

Kamera, oyuncuları o kadar yakın plan çeker ki, bir bakarsınız yapılan dijital efektler arada kaynamış. Mesela, Allah muhafaza Boğaz Köprüsü’ne uzaylılar saldırmış diyelim, bizim kahramanlar da bunu yalılarındaki balkondan izliyor olsun, kamera felaket sahnesini izleyen esas oğlan ve kızımıza öyle bir zoom yapar ki ne saldırı kalır ne yıkılan Boğaz Köprüsü. Ancak beyazperdede koca koca kafalar görürsünüz.

Sonra diyaloglar o kadar uzar ki dünya batmış çıkmış, sonra bir daha batmış çıkmış, bizim elemanlar hâlâ konuşuyor.

Anacım, yıl olmuş 3012, sen hâlâ çan çan. Hâlâ o ne dedi bu ne dedi.

Bi sus bak, dünyaya bir şey oldu, ölücez galiba. Bi sus.

Alın size felaket filmi.


Helin’e fotoğraf önerileri

Pazar günü Habertürk’te Helin Avşar’la Rasim Ozan Kütahyalı’nın söyleşi fotoğraflarını gördünüz...

Ben bilhassa göğüs kılları üzerinde pirinçten taş ayıklar gibi bir takım hareketler yaptığı fotoğrafa odaklanmak istiyorum.

Iyy, vazgeçtim bir anda. Biraz daha bakarsam bir daha pirinçten taş ayıklayamayacağım.

Neyse, madem böyle bir yolda ilerlemeye karar verdi, önümüzdeki haftalarda daha sıkı bir performans bekliyorum.

Mesela...

* Röportaj veren talihsiz genci yere yatırıp, topuğuyla uygun gördüğü yerlerine basabilir...
Burada odak noktamız elbette sivri topukla basılan uzuvlar ancak, çizmesinin Chanel olduğunu gösterebilmesi için de mükemmel açıyı yakalaması gerekiyor... İşi hayli meşekkatli yani.

* Ve bir klasik: Ani bir hareketle, erkek kişinin tenasül uzvuna doğru eğilebilir, “mmmcuk” sesi eşiğinde sıkacakmış gibi yapıp, yüzündeki ifade üzerine yoğunlaşabilir...

* Erkek kişinin ağzına ayak parmaklarını sokabilir. Eminim ki çok dikkat çekecek, röportajı takip eden 3,5 ay gündemden düşmeyecektir.

Pazar günü gördüklerimden sonra düşünüyorum da, bunların hepsi olabilir...

Yazarın Tüm Yazıları