İstanbul’dayım, dilimin uzağında evimin yakınında

Güncelleme Tarihi:

İstanbul’dayım, dilimin uzağında evimin yakınında
Oluşturulma Tarihi: Kasım 24, 2006 00:00

Claudio Magris, İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıl, İtalya’nın sınır kenti Trieste’de doğdu. Ailenin bir yanı Yunanistan’a uzanıyor, diğer yanı Yahudilik’le, Katolik Hıristiyanlık’la birleşiyor.

Modern İtalya’nın en büyük edebiyatçılarından biri sayılan Magris’in, hem doğduğu kent, hem ailesi, sınırların kesiştiği bir noktayı işaret ediyor. Trieste, Hırvatistan, Slovenya ve Avusturya’nın buluştuğu noktada. Bu yüzden çarşısında bir anda üç-dört ayrı lisanın konuşulduğu, farklı kültürlerin hareket halinde olduğu bir yer. Tıpkı İstanbul gibi... Magris, İstanbul’u çocukluğundan beri hep merak etmiş. 1992’de, durmaksızın yağan ve görüş mesafesini kısaltan sulu karın altında yüzen şehirde, sadece üç gün kalmış. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen "Arzın Merkezinde Buluşmalar" başlıklı program çerçevesinde İstanbul’a ikinci kez geldi. Doğan Hızlan’la verdikleri konferanstan iki gün sonra Magris’le bir araya gelip İstanbul’u gezdik. Gün boyunca, İstanbul, kentler, sınırlar, kültürler, insanlar, evler, çatılar ve denizler üzerine konuştuk.

Sabah saatlerinde Sultanahmet’te buluştuk Magris’le. Dört günlük konferans, söyleşi, davet programından biraz bıkkın ve yorgun çıkmıştı. Artık edebiyatın e’sini bile duymak istemiyordu. Eşi Viole Magris’le birlikteydi. Sorulardan usanmış bu adama tek bir soru bile sormamaya kararlıydım. Turun rehberi Erhan Şimşek, "İyi de sorular olmadan nasıl söyleşi yapacaksın ki?" diye merakını beyan etti. Nasıl olacağını ben de bilmiyordum aslında. "Bakalım" dedim rehbere, "Belki yolculuğun içinden bir yazı çıkar." Fakat, turun bir noktasında, kendisi bana bazı sorular yöneltince dayanamayıp ben de birkaç soru patlattım.

Sultanahmet Külliyesi’nden çıktığımızda, Magris’i İstanbul’un yeraltı kentinin parçası olan bir yere götürdüm. Four Seasons Otel’in hemen altında yer alan Kutlugün Sokağı’na yürüdük. Otelin bir zamanlar ünlü bir cezaevi olduğunu, içinde büyük şair ve yazarların hapsedildiğini anlattığımda, "Burada Nazım Hikmet de yatmış değil mi?" diye sordu. Cezaevinin tahliye kapısının bu yolda yer almasından dolayı sokağa Kutlugün adı verildiğini söyledim. 70 yaşına merdiven dayamış büyük yazarın yeni bir şey öğrenmenin sevincini yaşadığını gördüm gözlerinde. Sokakta yer alan ve Bizans Büyük Sarayı’nın bir bölümünün bulunduğu dehlize doğru ilerledik. Saray parçasının içine girdiğimizde, şaşkınlık içinde izledi bu muazzam kalıntıyı. Eşine dönerek "Ben her zaman İstanbul Roma’dan daha derin ve görkemlidir derim de, abarttığımı düşünürler" dedi.

SİYASET MEYDANI’NDAKİ CELLAT ÇEŞMESİ

Tekrar Kutlugün Sokak’taydık. Eski cezaevini tekrar karşısında bulan Magris’le idam üzerine konuşmaya başladık. Osmanlı’da idamın nasıl yapıldığını, padişahın yetkileri arasında olan "siyaseten katl" cezasının ne şartlar altında uygulandığını dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştım. Biraz sonra, Topkapı Sarayı avlusundaki Siyaset Meydanı’na vardık. Babüsselam’ın hemen karşısında, giriş turnikelerinin yanında, duvara bitişik Cellat Çeşmesi’nin önünde durduk. Çeşmenin yanındaki "İbret Taşı"nı göstererek, celladın idamı tamamladıktan sonra ellerini ve alet edevatını bu çeşmede yıkadığını, kesilen başı da ibreti alem için bu taşın üstünde sergilediğini söyledim.

Magris ve eşi, sarayın mutfak bölümüyle çok ilgilendi. Türk mutfağı hakkında teorik de olsa bir şeyler bildiğini anladım. Hazine’ye geçmeden önce Bağdat Köşkü’nün yanındaki seyir terasında durduk. Galata ve Karaköy’ü, Boğaziçi’nin Sarayburnu’na doğru akışını, Kız Kulesi’ni izlediler. Bu sırada aklıma bir sözü geldi. "El Yordamıyla" adlı kitabının bir yerinde Magris, "Denizi kadınlardan daha çok sevdim, ama sonradan ikisinin de aynı şey olduğunu anladım" diyor.

Magris’e, seyir terasından görülen Galata evlerini görmesi gerektiğini söyledim. Ceneviz, Pisa ve Venedikliler’in izlerini taşıyan evlerden söz ettim. Evlerin çatılarının çirkinliğine takıldı gözleri. Perşembe Pazarı’na doğru giderek artan dağınıklık ve keşmekeşlik dikkatini çekti. Magris için evler çok önemli. Bir yazısında "Eve dönüldüğü sürece hiçbir seyahat fazla uzun ve tehlikeli değildir" diyor. Ve cümleyi "Ama dönülecek evler hálá var mıdır, hiç var oldular mı?" diye bir soruyla tamamlıyor.

İSTANBUL’U GÖRMEDEN AVRUPALI OLUNMAZ

Kapalıçarşı’daki Şark Kahvesi’nde mola verdik. Türk kahvesini yudumlarken bana dönüp, "İstanbul’da kendimi dilimin uzağında, evimin yakınında hissediyorum. Aynı zamanda farklı ve başka bir alemde gibiyim" deyiverdi. "İstanbul’un bir Avrupa kenti olmadığını ileri sürenler aptallardır. Tuna Nehri’nin dokuz çıkışı vardır. Bir rivayete göre bu kollardan biri hiç Karadeniz sularına karışmadan doğrudan İstanbul Boğazı’na doğru akarmış. Bu kolu bir yerde yakalarsanız içine girip tatlı su içebilirmişsiniz. Avrupa’nın kültür nehirleri de tarih boyunca hep akmıştır bu kente. İstanbul’u görmeden Avrupalı olmak mümkün değildir..."

Magris, son 10 yıldır şiddetlenen kültürlerarası çatışma tartışmalarına pek iltifat etmiyor. İstanbul’un bu çatışma fikrine verilmiş en güzel cevap olduğuna inanıyor. "İnsanlar arasında esas problem eşitliğin olmayışıdır. Eşitlik sağlanırsa, uçurumlar azalırsa tüm çatışmalar çözülür" diyor.

Biz sohbet ederken Viole Magris de alışverişe çıkmıştı. Şöyle, Karadeniz tarzı şıkır şıkır bir çift altın küpeyle döndü. Dostları için de birkaç hediye almıştı. "İstanbul ne güzel" dedi Magris, "Her şeye sahipsiniz. Deniziniz, güneşiniz, insanlığın derin tarihiyle birleşen muazzam bir geçmişiniz, anıtlarınız, sıcacık evleriniz var. İnsan kendini hakikaten arzın merkezinde hissediyor..."

Gazetemizin 3 Kasım tarihli sayısının Gezi sayfasında yayınlanan Kurtuluş Savaşı Cephelerine Yolculuk başlıklı haberde, Kütahya Çalköy’deki Zafer Anıtı ve Şehit Sancaktar Mehmetçik Anıtı, Afyon sınırları içinde gibi gösterilmiştir. Düzeltir, özür dileriz.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!