İşin içine “Kürdistan petrolü” girerse...

Türkiye’nin, bölgenin ve doğrudan “Kürt sorunu”nun geleceğini ilgilendiren çok önemli gelişmeler cereyan ediyor ve bunlar Türkiye’de Uludere Katliamı üzerinde odaklanan polemikler ve “kötü yönetim” örneklerinin sergilendiği günler içinde gölgede kalıyorlar.

Kuzey Irak’taki Kürdistan Bölge Yönetimi, birkaç gün önce günde Türkiye’ye 1 milyon varil petrol taşıyacak bir boru hattı inşa edilmesi planını açıkladı.
Bunun anlamını, dikkatli gözlemciler, “Jeo-ekonomik alanda ve Güneybatı Asya’nın –yani Ortadoğu’nun- jeopolitiğinde büyük, stratejik kaymaları beraberinde getirecek çok önemli bir gelişme” olarak nitelediler.
Bağdat’taki merkezi hükümet, Irak topraklarındaki enerjiyle ilgili her kararın, atılacak her adımın “merkezi yetki”ye ait bulunduğundan yola çıkarak, Kürdistan Bölge Yönetimi’nin atacağı bu adımı “illegal” sayıyor. Bununla birlikte, Türkiye’nin Enerji Bakanı Taner Yıldız, Erbil’de bu adıma destek verdi. Zaten, söz konusu açıklama da Erbil’de Kürdistan Bölge Yönetimi’nin Doğal Kaynaklar Bakanı Aşti Hawrami tarafından yapılmıştı.
Söz konusu açıklama, Kürdistan Bölge Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani’nin geçen hafta Ankara’ya yaptığı önemli ziyaretinden ardından geldi. Türkiye, özellikle medyasıyla, Neçirvan Barzani’nin ziyaretine PKK konusunda yapılacağı öne sürülen “işbirliği” üzerinden odaklanmıştı. Elbette ki, ziyaretin bu boyutu önemliydi ama Neçirvan’ın asıl amacı, Irak Kürdistanı’ndan Türkiye’ye uzanacak “boru hattı” anlaşmasıydı.
Kürt Bakan Hawrami, Irak Kürdistanı’ndan Türkiye’ye kurulacak petrol boru hattının ilk aşamasının beş ay içinde tamamlanacağını ve bunun Taktak havzasından –şu anda zaten üretilmekte olan- ham petrolü taşıyacağını bildirdi. Günde 1 milyon varil kapsamında ham petrol taşınmasına imkan verecek, boru hattı yapımının ikinci aşaması ise 2013 Ağustos ayına kadar tamamlanacak ve bu hat, Kerkük-Yumurtalık hattına bağlanacak.
Aşti Hawrami’nin açıklamalarını dikkatle izlerim. Birkaç yıl önce kendisine rakam sormuştum ve bir kağıda yazarak, sorumu cevaplamıştı. Bana kağıt üzerine döktüğü aynı rakamları, geçtiğimiz Aralık ayında tekrarladı. Buna göre, Irak Kürdistanı’nın petrol rezervi 45 milyar varil; doğal gaz rezervi ise yaklaşık 6 trilyon metreküp.
Türkiye’nin günlük petrol tüketimi günde 500,000 varil dolayında; yıllık doğal gaz tüketimi ise 36 milyar metreküp.
Aşti Hawrami, Irak Kürdistanı’nın günlük petrol üretimine ilişkin olarak, elime tutuşturduğu kağıda, “2009-100 bin varil; 2010-300 bin varil; 2011-500 bin varil; 2012-750 bin varil; 2013-1 milyon varil” diye yazmıştı.
Bu arada, “Doğal gaz ihracatı için henüz alt yapı yok ama yılda 60 ila 70 milyar metreküp ihraç imkanı yaratılabilir” demişti.
Hesap, tümüyle tutmuş vaziyette ve Irak Kürt yönetiminin “stratejik ufku”nu ortaya koyuyor.
Bu “stratejik ufuk nedir?” diye sorarsanız, cevabı çok zor sayılmaz. Irak Kürdistanı’nın “bağımsız devlet” olarak oluşumu.
Bunun için iki “olmazsa olmaz” şart gerekiyor:
1. Herhangi bir bağımsız devlet gibi, Kürdistan’ın da bağımsızlığı destekleyecek bir ekonomik alt yapısı olması. Petrol ve doğal gaz rezervleri yüzen bir toprağın altındaki bu cevherin çıkartılması ve “ekonomik alt yapı” hüviyeti kazanması, toprağın üzerine bağlı. Boru hatları bu demek.
2. Irak Kürdistanı, dört tarafından kendisine hasım ülkelerle ve karayla çevrili, ve denize çıkışı bulunmadığı için, bu ekonomik alt yapının, o devletlerden en az biriyle “ortak çıkar” zemininde buluşularak, onun desteği ve himayesi altında oluşması.
O ülke, o devlet Türkiye. Türkiye’nin kendi toprakları altında zengin petrol ve doğal gaz yatakları olmasa bile, 90 yıl önce kendisine ait, bugünkü komşu topraklarda öylesine var ki, Türkiye bir “petrol ve doğal gaz denizi”ne bitişik yaşıyor denebilir.
Ayrıca, Türkiye’nin önümüzdeki yıllara dönük ekonomik büyüme ve gelişme ihtiraslarını unutmamamız gerekiyor. Türkiye’de enerji ve elektrik talebi, yakın geçmişten beri yılda yüzde 7 oranında artıyor ve bu artışın daha da fazla olması bekleniyor.
Türkiye’nin petrol ve doğal gazda, yani “hidrokarbon”da Rusya ile İran’a bağımlılığını azaltması, dış politika manevra alanını açabilmesi için de şart. Suriye’deki kriz, Türkiye’nin Rusya ve İran’la nasıl ters köşelere yerleşeceğini ortaya koydu.
Bağdat’taki Maliki hükümetinin koyu “mezhepçi” pozisyonu ve Türkiye’ye takındığı adeta hasmane tavır –bunda Türkiye’nin hatalarının payı olsa bile- Türkiye’yi yönetenlerde, Irak’ın geleceğine bakış ibresinin Bağdat’tan ziyade Erbil’e dönük durmasında yarar olacağı düşüncesini besledi.
Türkiye, kuşkusuz, Irak’ın parçalanmasından ve bir “bağımsız Kürt devleti”nin ortaya çıkmasından yana değil. Bunu teşvik etmek bir yana, caydırmak yanlısı. Bununla birlikte, kendisini gerçekleşmesi mümkün “gelecek senaryoları”na göre ayarlamayı tasarladığı da seziliyor.
Zaten şu sırada, Irak Kürdistan Bölge Yönetimi’nin petrol boru hatları politikasında, kağıt üzerinde “kitaba aykırı” bir yön de yok. Aşti Hawrami, Kürdistan’tan çıkartılacak ve ihraç edilecek petrol ve doğal gazın Irak’a ait olduğunu, gelirlerin yüzde 17’si alındıktan sonra, geri kalanının merkeze aktarılacağını belirtti.
Tabii, konu, “anlaşma yapma yetkisi” üzerinde düğümleniyor. Fakat, Irak’ta petrol yasası bir türlü çıkmamış olduğu için, Kürtler, “Kürdistan Bölgesi Petrol ve Gaz Yasası”na dayanarak adım atıyorlar. Bu hukuki bir tartışma konusu olsa da, “illegal” sayılamayacak bir husus.
“Denklem”i değiştiren, dünyanın en büyük petrol şirketi kabul edilen Exxon’un Ekim 2011’de İngilizce başharfleri KRG olan Kürdistan Bölge Yönetimi ile altı petrol ve gaz havzasıyla ilgili anlaşma imzalaması oldu.
KRG, o tarihe kadar çeşitli ABD, Kanada, Norveç, Birleşik Arap Emirlikleri ve Türk şirketleriyle anlaşmalar imzalamış ve Bağdat’ın gazabını çekmişti ama bu şirketler, küçük ve orta büyüklükte idi. Exxon’un devreye girmesi Bağdat’ın gücünü aşıyor, KRG’ye “meşruiyet” sağlıyor ve en önemlisi “stratejik ufuk” veriyor.
Türkiye’nin KRG’ye yönelik politikasını da, haliyle, etkiliyor.
Türkiye ile KRG arasında gelişen ve son dönemde olağan dışı bir yakınlaşma gösteren ilişkilerde, malum, “PKK pürüzü” bulunuyor. PKK, bu “yeni çerçeve”de, uluslararası-bölgesel boyutların içine yerleşiyor. Suriye’nin geleceği ile birebir irtibatlanıyor; İran’ın siyasi-lojistik desteğini arkasına alabiliyor ve hatta Rusya’nın “radar ekranı”na giriyor. Türkiye’deki iktidar çevreleri, buna bir de “İsrail boyutu”nu ekliyorlar.
Türkiye’de terör ve şiddet ikliminin yeşertilmesini ve şiddet tırmanışını –dünkü Pınarbaşı saldırısı gibi- bölge jeopolitiğindeki “tektonik kaymaları” göz ardı ederek düşünmemekte yarar var.
Aynı şekilde, BDP’nin de –PKK’dan kendini ayırmasını ve karşı çıkmasını istemek, binlerce kez ifade ettiğimiz nedenlerden ötürü mantıklı olmasa da- “şiddet olgusu”na karşı gayet açık, net bir tavır alması, bunu somut durumlarda somut çıkışlarla, açıklamalarla ortaya koyması, kendi selameti açısından zorunlu.
Uludere’de utanç verici devlet-hükümet tavrının sürmesi, BDP’nin “terör eylemleri”ne karşı utangaç davranmasını anlaşılır ya da meşru kılmaz.
Yazarın Tüm Yazıları