İki şairin varoluşsal hısımlığı

Güncelleme Tarihi:

İki şairin varoluşsal hısımlığı
Oluşturulma Tarihi: Eylül 29, 2016 15:16

“Bütün yalnızlıkların ilenci /korusun çoğulluklarınızı /cinnet koyun erdemin adını /maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın /hepiniz mezarısınız kendinizin...”

Haberin Devamı

Kökeni Kaf Dağı’nın ardına dayanan, Anka Kuşu’nun kanat çırpışlarında sözcüklerini “hâlâ” arayan, bereli kalbini “dünyanın en güzel bozkırı” savladığı Ankara’ya emanet eden bir şair/yazar Serdar Aydın. Şiir kitapları “ay.. düşüyor... üstüme/2003; ...sonra, sözler.../2006; Aphrodisia’lar/2011”ın yanı sıra Nilgün Marmara metinleri, Fatma Tülin resmi, Ahmet Oktay poetikası üzerine de yayımlanmış çözümlemeleri olan Aydın, 1997’de şiir-metin bütünlüğünde ilk baskısı yapılan Nilgün Marmara Metinleri ve Fragmanlar’ı, Medakitap Yayınları tarafından (2006) okurla yeniden buluşturdu. Amacını “Nilgün Marmara’nın ardında bıraktığı sözcüklere, kendimce dokunabilmek, onların ben’de yarattığı varoluşa içkin ekoyu dışa vurmaktı” olarak tanımlayan şairle ikinci baskıya neden gerek duyduğunu, hayatta kalma meselesi olduğuna inandığı şiirini ve artık bir düşalanı kalmayan Ankara’sını konuştuk.

Haberin Devamı

-“Hala, ölüyor...”la başlayan ve “Hala, sözcükler ve şiir...”le biten kısa biyografinin ötesinde köklerinde bir göç(me) hikâyesi de barındıran Serdar Aydın kimdir? Sözcüklerle başı belada mı, hâlâ?

-Bir Kafkasya göçmeni. Dedesi Tiflis’te doğan, bir Terekeme. Kaf Dağından gelmiş ama uzakları merak eden bir haritacı. Ve sözcüklerle başının belada olma durumu da devam eden, Nuray’ın eşi, Emek Çınar’ın babası. İnsanın doğduğu ilk an’dan itibaren, verili ömrünü tükettiği için ölmeye başladığı da savlanabilir. Dolayısıyla, “Hala” ile başlayan tümceler bu trajik durumun ifadesidir.

-Şairsiniz, plastik sanatlar ve şiir üzerine inceleme-eleştiri türünde çalışmalarınız var. Nilgün Marmara ile tanıştıktan sonra şiirinizde nasıl bir dönüşüm oldu; sizdeki karşılığı kaleminizi yeni bir üretim sürecine mi yöneltti?

-Böylesi bir dönüşüm oldu mu, emin değilim. Ancak bir şey olduğu çok net. Ben, Nilgün Marmara’yı, daha doğrusu şiirlerini, İTÜ’deki öğrencilik yıllarımda, âşık olduğum ve “İstanbul kadar kederli” bir kadının önermesiyle tanımıştım. Bu tanışıklık, zamanla, varoluşa dair ortak bir derdin birleştirdiği ve şiirle kendiliğini dışavuran bir temasa dönüştü. Poetikası, şiir algısı, tekniği, dili, söylemi vs. neredeyse birbirine tamamen karşıt olan iki şairin varoluşsal hısımlığı da diyebiliriz.

Haberin Devamı

İki şairin varoluşsal hısımlığı

-“Bir ucu Nil’e uzanan, bir ucu Gün’e saplanmış, özlemle yüklü bir arayışın öznel notları”ndan derlenmiş, “çağrışımsal metin” de dediğiniz şiir-metin türündeki Nilgün Marmara Metinleri ve Fragmanlar sizin ilk kitabınız. On dokuz yıl sonra gelen ikinci baskısı neden bir zorunluluktu?

-Kesinlikle bir zorunluluktu. Yıllar önce İzlek Dergisindeki arkadaşlarımızla ilk kitaplarımızı hazırlıyorduk. O sıralarda Nilgün Marmara’nın şiiri için yazdığım ve çağrışımsal metin olarak adlandırdığım bir yazı üzerinde çalışıyordum. Bu metin, eş zamanlı olarak ve akış halinde, kendiliğinden “gelen” bir de şiir yazdırdı bana. Fragmanlar adını verdiğim bu 23 bölümlük uzun şiir, Nilgün’ün mevcut üç kitabı için yazdığım metinlerle birlikte, o aura içerisinde yazıldı ve bitti. Bu nedenle ilk kitabımı, vurguladığım üç metin ve Fragmanlar şiirimi bir araya getirerek oluşturdum. Ancak kitap çıktıktan sonra ve özellikle sanal dünyada Fragmanlar’ın kimi bölümleri Nilgün Marmara’nın “yeni” şiirleri sanılarak, yanlış duymadınız, paylaşıldı. Hatta kısa filmler, klipler vs. de çekildi. Bu durum, korkunç bir cehalet ve bilgisizlik üretti. Bu durumu üretenler, esasen Nilgün Marmara’yı çok “seven” ve fakat kitaplarını okumak yerine, sanal âlemden devşiren “okumaz-yazarlar”dı. Bir şair için en trajik durum, kendisinin olmayan ve tamamen farklı bir poetikası olan şiirlerin altına adının yazılmasıdır herhâlde. Bu nedenlerle, Nilgün’ün aziz hatırasının daha fazla incinmemesi ve benim emeğime de daha fazla saygısızlık yapılmaması için “zorunlu” bir baskı oldu.

Haberin Devamı

İki şairin varoluşsal hısımlığı

DİL’İN ERİL KULLANIMI KIRILAMIYOR

-Metinlerarasılığın yoğun olarak kullanıldığı kitapta, şairinizle yazı üzerinden bir temas/yakınlık kuruyorsunuz. Nilgün Marmara, poetikasında acıyı naiflikle ifade ediyor; sizinkiler kasvetli, sert ve bazen öfkeli. Bu metinlerin bir aradalığı okurunuzda nasıl bir etki bırakıyor?

-Çok haklısınız. Az önce de andığım üzere bu temas varoluşsal bir olgu ve ben bunu yapısalcı terimlere nazire yaparak öznelliklerarası diye tanımlıyorum yazılarımda. Nilgün’ün naifliği karşısında, benim son derece sert, öfkeli, kara ve karanlık sözcüklerimin, şiirimin birlikteliği ancak bir varlık halinin ortaklığında anlamlandırılabilir. Özdeş ben’ler olamayacağına göre, okurun bu farkı görmesi ve fark üzerinden kendi varoluş durumuna eklemlenmesi gerekiyor.

Haberin Devamı

- Bir kadın ve erkek hayatı farklı deneyimler ve onu şiire, bir edebiyat yapıtına dönüştürürken de farklı bir dil örgüler. İnsan varoluşunun dil ile yakın bir ilişkisi var; bir kadının yazması, kendini şiirle ifade etmesi, dünya üzerinde kendine ve benzerlerine bir varolma alanı bulma çabası mıdır?

-Aynen öyledir ve Nilgün Marmara bu durumun özgün bir örneğidir. Ama üzücü olan ülkemizdeki kadın yazarlarımızın bu özgün ve özel varlık halini, yine özgün ve özel bir “dil”e dönüştererek yazmamaları, belki de oto-sansür vb. nedenlerle yazamamalarıdır. Egemen teknikler, üsluplar, iktidar ilişkileri vb. birçok olgu, bu özgün ifadenin ve dilin oluşumunu engelliyor kanımca. Dil’in eril kullanımı kırılamıyor. Bu kullanımdan nüvelenen iktidar ve tahakküm aşılamıyor. Yani özgürleşim sağlanamıyor. Neden bizde bir Anais Nin yok? Kadına özgü olan duygulanımların, deneyimlerin ifade edilemediğini düşünüyorum ve bu beni fazlasıyla kederlendiriyor. Ülkemizdeki hayatın ve sanatın, “kadın tarafı” çok eksik ve neredeyse yok. Kadınlarını çeşitli nedenlerle ve mütemadiyen öldüren bir ülkede, bir toplumda belki de saf bir hayal böylesi beklentiler...

Haberin Devamı

-Nilgün Marmara’ya ithaf ettiğiniz şiiriniz Tansık’ta “söze kazınan çığlık” diyorsunuz ve böylece “kadınlarınız”a dair ilk çığlığınızı atıyorsunuz. Janisin Yüzleri raflardaki yerini aldı, ardından Jacqueline Du Pre üzerine çalışmaya başladınız. Sözcüklerinizi sanki erken giden kadınlar esinliyor…

-Haklısınız!.. Böyle bir esin var mı ya da bu durum bir rastlantı mı, bilmiyorum. Benim, İTÜ’ye öğrenci olarak başladığın 1987 yılı Ekim ayı ortalarında, 13 Ekim, Nilgün intihar etmişti. Doğum yılım olan 1970’de, 04 Ekim tarihinde, Janis Joplin ölmüştü. Ve o olağanüstü çellist Jacqueline Du Pre 19 Ekim 1987’de, yine Ekim, acıları son bularak bu dünyadan göçüp gitti. Şimdi bütün bunlar bir “rastlantı” mı? Bir yanıtım yok. Ama kesin olan, bu kadınlar iyi ki hayatıma girmişler.

İki şairin varoluşsal hısımlığı

HAYATTA KALABİLMEK İÇİN YAZIYORUM

-Nilgün Marmara “Yaşamın kaynağının yazı olduğuna duyulan inanca güçleniyor her geçen gün” diyor. Kendi varoluşunuzun bedeli olan şiirinizde, yazı(n) ve umudun geleceğe ilişkin dönüştürücü etkisi nedir?

-“Varoluşunuzun bedeli”, yazma uğraşı için çok güzel ve yerinde bir tanımlama. Ama bir gelecek var mı, bilmiyorum. Ben, Turgut Uyar’ı anımsayarak, şiirin, bir tür hayatta kalma meselesi olduğuna, sahiden ve samimiyetle inanıyorum. Yazma gücüm bu inançtan kökenleniyor ve cidden hayatta kalabilmek için yazıyorum. Üslubum, öfkem, kara ve karanlık sözcüklerim vs. hep bu nedenden. Her an öldüğümüzün bilinci ve kederiyle, kalan zamanım her ne kadarsa, oradaki sözcükleri bulmak ve ifade etmek istiyorum. Ki bu istenç, çekip gitmemin ve ölüme karşı duruşumun başat gerekçesi. Ve elbet ki sevdiklerim, ailem, eşim, bir dizemle söylersem; yüreğime ektiğim emek-çınar’ım...

-“Kentlerin havaalanlarından çok düşalanlarına gereksinimi var. Yeni düşalanları yapılmalı, olanlar restore edilmeli ya da tümden yok edilmeli.” diyen Marmara’ya kuşkusuz ki katılıyorsunuz. Peki, yaşadığınız kentin sizin şiirinizdeki izdüşümü nedir?

-Usta Edip Cansever, insanın yaşadığı yere benzediğini söyler bir şiirinde. Bu bağlamda, bir düşalanı olmasa da, dünyanın en güzel bozkırı olduğunu savladığım şehrime, Ankara’ya çok şey borçluyum. Kıraç bozkırın ortasında ve sert rüzgârlarla berelenen kalbimi, eski Ankaralıların bileceği, Durul Gence orkestrasından dinlediğim “Ankara, Ankara, güzel Ankara/Seni görmek ister her bahtı kara” şehir şarkısını da anımsayarak, yine Ankara’ya emanet ediyorum. Estetiği yok edilen, trafiği arapsaçına dönmüş, betona gömülen ve yaşanamaz hale getirilen bu şehri, patolojik bir şekilde seviyorum.

-Bir şiiri/sanat yapıtını üretmek sancılı ve bedellerin ödendiği bir süreç. Örneğin beş yılın ardından bir Yüksel Arslan dosyası hazırladınız. Bu emeğin hakkının ne zaman teslim edileceğini düşünüyorsunuz; yayıncılık piyasasının koşullarında edilir mi?

-Açıkçası düşünmüyorum. Umurumda da değil. Bu dosya ve beş uzun yıl boyunca verdiğim büyük emek bana şunu gösterdi; düşünce üretmek, savlar öne sürmek, sanat yapıtıyla karşılaşan ben’in yaşadığı deneyim ile akli yargıları arasındaki ilişkiyi analiz etmek ve bu çözümlemeden İnsan’ın hakikatine dair anlamlar üretmek, kimsenin umurunda değil!.. Bu mavi kürede bir tane Yüksel Arslan var ve adını “Arture” koyduğu yeni bir görsel sanat yaratmış. Birkaç kişisel istisnayı ayırırsam, hiç kimse “okumak için bile” dosyamı görmek istemedi. Sponsor bulmak için yaptığım görüşmelerden de hiçbir sonuç çıkmadı. Sağlık durumu, duyumlarıma göre, her geçen gün kötüleşen Sevgili Yüksel Arslan’a, ağır aksak bir telefon görüşmesiyle ve kızı vasıtasıyla ulaşarak, dosyamdan söz edebildim. Hepsi bu. Kafkas inadım, bir gün bu kitabın basılacağını düşündürtüyor bana. İşte o zaman bu sessizlik duvarı çökecektir. Açık davetimdir; kim ki bu dosyayı kitaplaştırmak isterse... Ben buradayım…

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!