İhtiyar Boksörler Kulübü - 2

Bizim İhtiyar Boksörler Kulübü'nün son toplantısından sonra Vural İnan'ı çok merak eder olmuştum. Koca şampiyon dizindeki ağrılar yüzünden sağ bacağını yere basamıyor, koltuk değneğiyle bile zor yürüyordu. Geçenlerde telefon ettim.

‘‘Ameliyat oldum Oğuz'cuğum.’’

‘‘Aşkolsun Kaptan, bize haber vermedin. Kalbimiz kırıldı. Şimdi nasılsın?’’

‘‘Biliyorsun ameliyat olmadan önce yere basamıyordum.’’

‘‘Ya şimdi?’’

‘‘Ameliyattan sonra da basamıyorum.’’

Hemen Tacettin İçsel'i aradım. O bizim takımın organizatörüdür.

‘‘Haydi Despina'ya gidip içelim, sen arkadaşları toparla. Ama Muhammet Ali'yi de getir’’ desen, Muhammet Ali'yi masanda patlıcan salatasıyla rakı içerken bulursun. Organizatör dedimse, işte öyle bir organizatördür.

Taci, ben, Hasan Çolakoğlu, Yılmaz Tek bir araya gelip Vural'ın evini yarım saat aradıktan sonra tesadüfen bulduk. Çünkü Vural'dan adresini ben alıp yazmıştım. Adres konusunda üstüme yoktur. Yeni taşındığım evleri bulamayıp otelde kaldığım çok olmuştur.

*
Vural'ın zarif gelini ne içeceğimizi sorduğunda herkes kibarlıktan kırılıp dökülüp, ‘‘Çay, kahve’’ dedi. Ben hepsine tepeden küçümser bakışlarla bakıp,

‘‘Rakı!..’’ dedim. Boksör adam cesur olmalı. Ama Yılmaz Tek'e yeteri kadar tepeden bakamadım. Çünkü boyu en az benim kadardır, gençliğinde de 81 kiloda dövüşürdü. Hepsi ikinci kadehime yutkunarak bakarken ve özellikle Vural'ın nekahat dönemi mahpusluğunu yansıtan rakı hasretiyle dolu gözlerini görünce dayanamadım.

‘‘Haydin arkadaşlar, gong çalmış bulunuyor!..’’ diye bir nara attım ve Kaptan'ı salla sırt edip Hasan'ın dört kat aşağıdaki arabasına yerleştirdik. Ardından kendimiz de doluştuk. Ver elini kerahatin güzel vaktinde Zeki Çetin'in denize nazır yeri...

*

Dört buçuk yaşlı boksör, Ömer Hayyam Sofrası'nda bir araya gelince ne konuşur? Tabii, boks sporunun faziletlerini. Koca şampiyonların yanında buçuk olanı benim ve tabii boks üstüne en çok ben konuşuyordum.

Birinci büyük şişenin tüketimi hoş anıların refakatinde tamamlandı. Hatta o sırada aramızda olmayan başka ihtiyar boksörler üstüne dedikodu bile yaptık. Vural, ünlü bir şampiyonumuzun Almanya turnesinde yumrukla ikide bir yeri öpüp köşesine dönünce,

‘‘Aman çocuklar dikkat edin, ring çok kayıyor’’ demesini kahkahalar içinde anlattı. Hasan'ın öyküsü daha gırgırdı. Bir milli maç tartısında ağabeyi Türkiye Şampiyonu Hüseyin Çolakoğlu'nun kilosu fazla gelmiş. Aman bre peşinen yenikiz. Bizim federasyon bulmuş buluşturmuş, Hüseyin'in yerine daha hafif olan Hasan'ı ringe çıkarmış. Kardeş kardeşe benzer, aynı sarı saçlar, aynı mavi gözler... Gerçi Hasan ağabeyinden dört parmak uzun ama, tartıda boya değil kiloya bakıyorlar. Üstelik Hasan da herifi yenip milli bir galibiyet almamış mı?.. Ben de hiç maç kazanmadan nasıl yıldızlar ikincisi olduğumu anlattım. Herkesin kibarca gülüşünden bu öyküyü birçokuncu kez dinlediklerini fark ettim. Ama meme hizama zor gelen rahmetli Halit Ergönül'ün arada bir beni kıçüstü nasıl indirdiğini anlatacak değildim herhalde!.. Bir gün sinirim bozulmuştu da gülme krizine tutulup oturduğum yerden kalkamamıştım. Siz hiç güldüğü için nakavt olan boksör gördünüz mü?

İkinci şişenin açılışıyla birlikte 81 kilo Yılmaz Tek, (Şimdi 100'ün üzerinde) Tayyip'in yeni kuracağı partinin Amerika tarafından niye desteklendiğini açıklayan uzunca politik bir yoruma girişti. Ama masada kendisine kötü kötü bakan dört çift gözü görünce, lafı hemen döndürüp boksun felsefesine ve asaletine getirdi. Yılmaz iyi boksördür, iyi çocuktur ama hukukçu ve Fenerli boksör olmak gibi ufak tefek özürleri vardır.

‘‘Boks sporu insana beden kontrolu sağlar. Örneğin bütün iyi boksörler hayatta kolay kolay kazaya uğramaz ve çok iyi dans ederler.’’

‘‘Daha önemlisi, boks kişiye ruh kontrolu sağlar. Kolay öfkelenmezsin, kötüsü gelirse paniklemezsin, kendine güvenirsin.’’

‘‘Ademoğlu birbirini gırtlaklarken sen gülüp geçersin.’’

‘‘Kimseden nefret etmezsin, kin tutamazsın.’’

‘‘Karıncayı bile incitemezsin.’’

‘‘Geçen gece çalıştığım otelden çıkınca iki tinerci oğlan yolumu kesti, beni soymaya kalktılar.’’

‘‘Eee, sonra ne oldu?’’

‘‘Yalvardım yakardım, size dokunmak istemiyorum dedim.’’

‘‘Ya sonra?’’

‘‘Sonrası cebimdeki paranın yarısını çıkarıp onlara verdim. Ne yapsaydım yani? İki sıska tinerciyi dövmek, bir Türkiye şampiyonuna yakışır mıydı? Ayrıca içim çocuklara karşı merhamet doluydu.’’

‘‘Aferin Taci.’’

‘‘Sağol Kaptan.’’

‘‘Ben de geçenlerde mahalleye rezil oldum.’’

‘‘Niye be Hasan?’’

‘‘Sarhoşun biri hayata kızmış, benim arabamı tekmeliyordu. Arabayı da yeni boyatmıştım. Yapmaması için rica minnet yalvardım. Herif dönüp, bir de beni dövmeye kalkmaz mı?’’

‘‘Eee?’’

‘‘Eee'si, dönüp kaçtım.’’

‘‘Aferin Hasan.’’

‘‘Sağol Kaptan.’’

Boksun zarafetine yazılan methiyelerle ikinci büyüğün de dibini bulduk. Üçüncünün açılışı benim Yılmaz'a,

‘‘Sen sporun garip bir Çingenesisin. Nene gerek senin politikanın gümüşlü zurnası?’’ hitabımla başladı. İki kadeh sonra Taci, Ertuğrul'u nasıl paraladığını anlatırken Vural ona niye Orhan Tuş'un kilosundan kaçtığını sordu. Ben de Vural'a,

‘‘Bizim çöplükte horoz olup ötmek kolaydır. Avrupa'nın en teknik boksörü seçildin. Ama yarım tanecik uluslararası madalyan yok!..’’ diye cevap verdim. Yılmaz da Hasan'a,

‘‘Başkasının yerine eldiven giymek, boks etiğine uymaz. Üstelik bu kanunen bir suçtur. Ceza Kanunu'nun 67. maddesi C fıkrasına girer ki, adı sahtekárlıktır.’’ dedi. Son kadehlerimizi içtikten sonra önce kimin kime vurduğunu anımsamıyorum, ama ben hep kısmetsizimdir. Masada onca hafif siklet dururken payıma 100 kiloluk Yılmaz düşmüştü. Yılmaz'la yumruklaşacak kadar enayi olmadığımdan çift çalıp iç tırpanla onu altıma aldım. Dedemin Sarı Hafız namıyla ünlü bir güreşçi olduğunu size daha önce anlatmıştım sanırım. Bir ara gözüm Taci'yle Hasan'a ilişti. Taci, 70'ini geçtiği halde neredeyse oğlu olacak yaştaki Hasan'ı içerden vurduğu sol aparkatlarla bunaltıyordu. Hasan da her zamanki kibarlığı ve saygısıyla Taci'nin yüzüne vurmamaya özen gösteriyordu. Sadece midesine ve karaciğerine çalışıyordu. Bu arada bizi ayırmaya çalışan babayiğit garsonlardan üçü, yedikleri ilk yumruklarla nakavt oldukları için geri kalanlar artık maçımıza karışmıyorlardı. Hatta bitişik masalardaki insanlar, tezahürata bile başlamışlardı.

Yılmaz'dan kurtulduktan az sonra Vural'la burun buruna geldim.

‘‘Sen benim için ne dedin bakayım?’’

Koltuk değneklerine ve alçılı dizine bakıp,

‘‘Demişsem ne olmuş be!..’’ diye kükredim. Ama kükrememin son kısmını ben bile duyamadım. Sesim hallaç tosuruğu gibi güme gitti. Çünkü Vural, koltuk değneklerini fırlatıp zıp diye ayağa fırlamıştı. Daha da fenası, gardını almıştı. Ben can havliyle bir kaşık yakalayıp boş şişeye vurmaya başladım.

‘‘Dink!.. Donk!.. Donk!.. Gong sesini duymuyor musunuz be!.. Maç bitti arkadaşlar.’’

Herkes üstünü başını, ağzını burnunu düzeltip efendi efendi sandalyesine oturdu ve bir ağızdan,

‘‘Bize birer yolluk getirin.’’ diye bağırdık.

*

Ben bu haftaki yazıyı yarım gözle yazdım. Kalan birbuçuk gözümün hesabını onlardan sorarım elbet. Ama Kaptan'ın sağlam olan öbür dizi de sakatlanmış. Koca şampiyona yumruk atacak değildim ya!..

ÖNEMLİ NOT: Bu yazının üçüncü şişeye kadar olan kısmı yüzde 100 gerçektir. Gerisi sizin hayalinize kalmış.
Yazarın Tüm Yazıları