İhtilal olacak mı paşam?

Sedat ERGİN
Haberin Devamı

Darbe tartışmalarından rahatsız olan Başbakan Erbakan, dört yıldızlı bir komutana soruyor:

Türk Silahlı Kuvvetleri darbe yapacak mıydı? Türk kamuoyunu ve siyasi çevreleri 28 Şubat MGK kararlarından sonra aylarca meşgul eden darbe tartışmalarının perde arkası aralandığında, doğrudan yönetime el koymaya dönük açık bir darbe planının olmadığı anlaşılıyor.

Buna karşılık, komutanların irtica tehdidinden sorumlu tuttukları Refah-Yol hükümetine karşı aldıkları tutumda eşiği sürekli olarak yükselttikleri ve büyük risk faktörü taşıyan bir ‘‘müdahale stratejisi'' izledikleri ortaya çıkıyor.

Komutanların 7 Temmuz 1996 tarihinde TBMM'den güvenoyu alan Refah-Yol hükümeti karşısında Aralık ayı sonuna kadar geçen sürede daha çok ‘‘bekle-gör'' çizgisinde durdukları gözleniyor.

Bu süre içinde kendi aralarında yaptıkları değerlendirmelerde, TBMM içinden çıkacak bir çözümün beklenmesi görüşü belirleyicilik taşıyor.

Bu dönemde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, komutanları yatıştıran, hükümetle ordu arasında köprü rolü oynayan, bir tür paratoner işlevi görüyordu. Demirel, askerlerin irtica tehdidinin MGK gündemine alınması yolundaki taleplerini geciktirerek, MGK'da hükümetle ordu arasında açık bir çatışmanın patlak vermesini de önlüyordu.

Komutanların bu dönemde kendi aralarındaki değerlendirmelerde yaptıkları tespitlerden biri şuydu: Türk kamuoyunun geniş bir kesiminde Refah-Yol hükümetine karşı derin bir rahatsızlık duyulmakla birlikte, toplum 12 Eylül öncesinde olduğu gibi müdahaleyi meşru kabul edeceği bir çizgiden uzaktı.

İkinci bir tespit, dünya koşullarıyla yakından ilgiliydi. Komutanlar, Türkiye'de askeri bir darbenin Türkiye'nin batı dünyası ile ilişkilerinde büyük sırkıntılar yaratacağının farkındaydılar. Dış konjonktür, 1980'den çok farklıydı.

TÜRK SİLAHSIZ KUVVETLER DOKTRİNİ

Komutanlar, sonuçta bütün dikkatlerini parlamento içi dinamiklere çevirmişlerdi.

Bu noktada 20 Aralık 1996 tarihli Hürriyet'te yayınlanan ‘‘Bu Defa İşi Silahsız Kuvvetler Halletsin'' manşeti, o dönemde geçerli olan havayı büyük ölçüde yansıtıyordu.

Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün kaleme aldığı yazıda bir kuvvet komutanının şunları söylediği aktarılıyordu:

‘‘Toplum atalet içinde. Herkeste 'işler çok kötüye giderse nasılsa Silahlı Kuvvetler bu işi çözer' rahatlığı var. Ana muhalefet lideri bile bu havada. Ama siyasi sorunların çözümünü Ordu'dan beklememek gerekir. Çözüm, sivil güçler, milletvekilleri, Meclis. Çözüm bu platformlarda aranmalı. Bu defa işi Silahsız Kuvvetler halletmeli.''

Bu haberin bazı askeri çevrelerde Refah-Yol karşısında kurulmak istenen caydırıcılığı zaafiyete uğrattığı düşüncesiyle rahatsızlık yarattığı bir sır değil. Herkes bu çıkışı yapan kuvvet komutanının kim olduğunu araştırmaya yöneldi. Tahminler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya'ya dönüktü.

KRİTİK EŞİK AŞILIYOR

Aslında bu sözlerinde ifade edilen doktrin, bundan sonraki dönemin ilk aşamasında da geçerliğini korumakla birlikte, komutanlar artan ölçüde sürece müdahil olacaklardı.

Komutanların edilgen konumlarını bırakıp müdahil bir konuma geçmelerine yol açan ‘‘kritik eşik'', Başbakan Necmettin Erbakan'ın 12 Ocak tarihinde verdiği iftar yemeğiydi. Yemeğe verilen yanıt 17 Ocak'ta Cumhurbaşkanı Demirel'e Genelkurmay karargahında verilen irtica brifingi oldu. Ardından 27 Ocak MGK'sında irtica tehdidi gündeme sokuldu. Şubat başındaki Sincan krizini, 28 Şubat MGK kararları izledi.

Ocak sonrası dönem MGK'nın Refah'ın dizginlenmesine dönük bir zemin olarak kullanılmasından, irtacanın bir numaralı tehdid edilerek, Refah'ın irticadan sorumlu tutulduğu brifinglere ve son aşamada Tansu Çiller'e perde arkasından ‘‘çekil'' mesajının verilmesine kadar uzanan çeşitli şekiller alan bir müdahale sürecine tanıklık etti.

Milli Güvenlik Kurulu, komutanlar açısından en uygun ‘‘harekat alanı'' olarak algılandı. Anayasa'nın 118. maddesi komutanlara Türkiye'nin güvenliğiyle ilgili her konuda görüşlerini istedikleri gibi açıklama imkanı tanıyordu. Askerler, MGK'da meşruiyet zemini üzerinde yürüdüklerini düşünüyorlardı. Bu çerçevede 1982 Anayasası ile tanınmış olan bir anayasal hak, komutanlar tarafından en geniş şekliyle kullanıldı ve MGK ilk kez Ordu ile hükümet arasında bir ilginç bir hesaplaşma alanına dönüştü.

Ancak 28 Şubat sonrası girilen süreç, komutanlar açısından büyük bir riski de beraberinde getirdi.

Bu tarihte MGK'dan geçirilen kararların uygulanmaması olasılığı, Türk Silahlı Kuvvetleri açısından ciddi bir prestij sorunu yarattı. Kabinenin RP kanadının MGK kararlarını imzalamayı reddetmesi, ardından kamuoyunda tartışmaya açması, Türk Silahlı Kuvvetleri'nde belirgin bir tedirginliğe yol açtı. Mart ve Nisan aylarında komutanları en çok rahatsız eden soru, sekiz yıllık eğitim tasarısının TBMM'den geri dönmesi olasılığıydı.

Ancak Çiller'in koalisyonda daha büyük bir çatlağa yol açmamak için tasarının TBMM'ye gelmesini önlemesi, bu olasılığı ortadan kaldırdı. 28 Şubat sonrası, aynı zamanda sivil toplum örgütlerinin de seslerini yükseltmeye başladıkları bir dönemdi. Odalar Birliği, DİSK, TÜRK-İŞ, TESK ve TİSK arasında Refah-Yol'a karşı kurulan cephe bu çerçevede önemli bir dönüm noktasıydı.

Genelkurmay, bu dönemde sivil toplum örgütlerini teşvik etme yönünde açık bir çabaya girdi. Bu arada DYP içinde kuvvetlenen muhalefet ve RP içinde Aydın Menderes'in başını çektiği hareket, asker kesimde büyük bir beklenti yarattı. Ancak bu hareketlerin somut bir sonuç vermemesi, sinirlerin iyice gerilmesine yol açacaktı.

Askerlerin bu dönemdeki en önemli hamleleri, Genelkurmay'daki brifingler dizisiydi. Bu hamleler önceden planlanmış bir eylem planının adımlarıydı. İrticanın Türkiye'nin bir numaralı tehdidi haline geldiği saptamasının basına duyurulduğu brifing 29 Nisan tarihinde düzenlendi. İkinci önemli adım, aynı brifingin Başbakan Erbakan'a da verildiği, irtica tehdidinden söz edilirken yanında kendi görüntülerinin Başbakan'a gösterildiği 26 Mayıs tarihli Yüksek Askeri Şura toplantısı oldu. YAŞ, 161 subay ve astsubayı irticai faaliyetlere karıştıkları gerekçesiyle Ordu'dan ihraç etti.

Bunu 10 Haziran'da önce Yüksek Yargı'ya, ertesi günü basın ve ardından iş çevrelerine verilen ve talep üzerine tekrarlanan brifingler serisi izledi. Bu brifinglerde irtica tehdidi olarak açıkça Refah Partisi ve Başbakan Erbakan gösteriliyordu. Bu hamlelerle hükümet üzerindeki baskı aşama aşama arttırıldı. Bu baskıyı yükseltirken komutanların hükümetin gidişine biçtikleri bir süre var mıydı?

Buradaki en önemli hedef, Ağustos ayı başında atama ve terfilerin görüşüleceği Yüksek Askeri Şura toplantısına Başbakan Erbakan'ın başkanlığında girilmemesiydi.

Peki hükümet gitmezse, Ordu darbe seçeneğine yönelebilir miydi?

Askeri müdahale, yalnızca tek bir olasılığa göre tasarlanmıştı. O da, şeriatçı grupların ülke çapında sokağa dökülerek eylemlere giriştikleri, Cezayir türü kanlı eylemlerin gerçekleşmesi olasılığıydı.

Batı Çalışma Grubu'nun kamu görevlilerinin siyasi eğilimlerinin tespit edilmesini öngören talimatlar hazırlamasının ardındaki saik, bu olasılıktı. Bu talimatlar, kitlesel olayların patlak vermesi ve Ordu'nun müdahale etmesi durumunda askerlerin hangi kesimlerden destek alabileceği, hangi kesimlere karşı dikkatli olması gerektiğinin saptanmasına ilişkin kapsamlı bir ihtimaliyat planlamasının bir uzantısıydı.

Ordu, kendisini bu nitelikte bir çatışmanın ortasında bulduğunda hazırlıksız yakalanmak istemiyordu.

ERBAKAN'IN HASSAS SORUSU

Bu olasılık dışında bir darbe hazırlığı söz konusu değildi.

Mayıs ayı sonunda muhalefetin gensoru girişiminin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından darbe söylentileri yeniden ortalığı kaplayacaktı. DYP kanadının bu olasılığa karşı en önemli hazırlığı, Emniyet İstihbaratı içinde girişilen organizasyonla Türk Silahlı Kuvvetleri'nin hareketleri gözlemeye almaktı. Bu faaliyet, daha sonra köstebek skandalıyla günışığına çıkacaktı.

Darbe tartışmalarından rahatsız olan bir başka kişi, Başbakan Erbakan'dı. Yakın çevresiyle yaptığı değerlendirmelerde, Erbakan askeri bir müdahaleye ihtimal vermiyordu. Ancak yine de kuşkulanıyordu. Nitekim, mayıs ayının sonlarına doğru temas imkanı bulduğu dört yıldızlı bir komutana açıkça sormuştu:

‘‘İhtilal olacak mı paşam?''

Orgeneralin kendisine verdiği yanıt şu olmuştu:

‘‘Sayın Başbakanım, Türkiye Atatürk'ün çizdiği yoldan ayrılırsa, Türk Silahlı Kuvvetleri buna seyirci kalamaz.''

Yazarın Tüm Yazıları