Hz. İsa’nın DNA’sı

Bana göre, ne Da Vinci’nin Şifresi, ne de onun şu sıralar gösterimde olan filmi yeterince ilgi çekici.

Hz. İsa’nın Mecdeleli Meryem’den çocukları varmış, Leonardo da Vinci’nin "Son Yemek" adlı tablosunda, peygamberin sağ
yanında oturan aslında karısıymış, Opus Dei Tarikatı bu gerçekleri gizlemek için, adam bile öldürmüş, vs. vs. Bırakın bunları bir yana. "Hz. İsa’nın DNA’sını klonladım" diyen genetikçiler var. Esas konuşulması gereken bunlar.

Avrupa’nın çeşitli kentlerinde, Hz. İsa’ya ait olduğuna inanılan, dokuma parçası bazı kutsal emanetler var. İtalya’nın Torino Katedrali’nde bulunan kutsal kefen, Almanya’nın Kiel ve Fransa’nın Argenteuil kasabalarındaki entariler, ayrıca İspanya’da Ovideo’daki mendil, bunların başlıcaları.

Entarilerin, Hz. İsa’ya ait olduğu, ölümünden sonra, anılan mendille yüzünün silindiği ve Torino’daki kefene sarılarak toprağa verildiğine inanan Hıristiyanlar, yüzyıllardır bu eşyaların bulunduğu yerleri ziyaret ediyor. Günümüzde çok özel koşullarda korunan ve ancak çok özel zamanlarda halka gösterilen bu emanetlere, eskiden dokunmak bile mümkünmüş.

Uzun yıllardır, her biri ile ilgili olarak sindonolojik (kutsal kumaşların incelenmesi bilimi) araştırmalar yapılıyor. Bunları, başlıca iki gruba ayırmak mümkün. İlki, kutsal kitaplarda yer alan bilgilerden yola çıkarak yapılan değerlendirmeler. İkincisi, tıp ve fen bilimlerinin olanaklarını kullanarak gerçekleştirilen araştırmalar.

Sindonoloji derneklerinin ulusal ve uluslararası kongrelerinde sunulan araştırma sonuçlarına, hakemli bilimsel dergilerde çok sık rastlanmıyor. Bu nedenle, kumaşlarla Hz. İsa arasında kesin bir ilgi kurmakta zorlanılıyor.

1

İtalya’daki kefen

İlk kez 1357’de Fransa’da ortaya çıkan ve 1578’den bu yana İtalya’da Torino Katedrali’nde korunan, sepya renkte, boyu 436 santim, eni 110 santim keten kumaşın üzerinde, yer yer pas rengi lekeler var. Son 20-25 yıl içinde yayınlanan 150’ye yakın romanda adı geçen (bunlardan Julia Navarro’nun "La Hermandad De La Sabana Santa" adlı eseri, dilimize "Kutsal Kefen" diye çevrilmişti) ve milyonlarca kişinin Hz. İsa’nın kefeni olduğuna inandığı bu kumaşın ilk fotoğrafını, İtalyan avukat ve amatör fotoğrafçı Secondo Pia 1898’de çekti. İzleyen yıllarda, kefenin başka fotoğraflarını, hatta röntgenini çekenler oldu.

Pozitifinden daha net ve daha fazla ayrıntı içeren siyah-beyaz fotoğrafların negatifinde, kumaşın üzerinde belirgin biçimde beyaz tenli, saçları omuzlarında, bıyıklı ve sakallı bir erkek yüzü görülüyor. Yüzün kumaşa çıkmasını açıklamaya çalışan fiziksel, kimyasal pek çok yorum yapıldı, hálá da yapılıyor.

Kefenle ilgili bilimsel çalışmalar, 1900’de, Sorbonne Üniversitesi’nde karşılaştırmalı anatomi profesörü Yves Delage yönetiminde başladı. Fransızlar, lekelerden yola çıkarak, kefenlendiğinde ölü katılığının başlamış olduğu öne sürdüler, ayrıca yaraların yerini belirlediler.

Kefen ve fotoğraflar, 1980’lere kadar, farklı ülkelerde 12 ayrı üniversitede incelendi. Araştırmacılar, yüzün sahibinin, 30-45 yaşlarında, 175-180 cm boyunda, 75-81 kilo ağırlığında bir erkek olduğunda hemfikirdiler. Yüz şeklinden, Sefarad Yahudilerine benzetenler oldu.

YİNE DA VINCI’YE MAL EDENLER VAR

1997 Mayısı’nda, Fransa’da Nice’te toplanan bir sempozyumda, Las Vegas Adli Tabibi Dr. Robert Bucklin, 50 yıllık meslek yaşamının doruğundaydı. Torino Kutsal Kefeni’nin üzerindeki görüntü ve lekelerden yola çıkarak hazırladığı otopsi raporuna göre, mağdur işkence görmüş, çarmıha gerilmişti ve kesinlikle Hz. İsa’ydı.

Morris, Schwalbe ve London, 1980’de X-ışını fluoresans spektrofotometresi ile kefen üzerindeki lekelerde, alyuvarlara özgü bir protein olan hemoglobini buldular. Lekelerin kan olduğu ortaya çıktı.

1981’de Heller’in bilirübin ve albümin bulması, bu bulguyu destekleyen kanıtlardı. Aynı yıl Bollone, Jorio ve Massaro, fluoresan antijen-antikor yöntemiyle kanın, insan kanı olduğunu kanıtladı. 90’ların ikinci yarısında, bu kanın AB Rh pozitif kan grubunu taşıdığı ortaya çıktı.

Kefenin, Ortaçağ’da bir sahtekarın işi olabileceğinden kuşkulananlar hep oldu. Örneğin, çağının çok ötesinde buluşları olduğu bilinen Leonardo da Vinci’nin kefen üzerindeki yüzü, henüz anlaşılamayan bir fotoğrafçılık tekniği kullanarak yarattığı, hatta görüntünün kendi portresi olduğu ileri sürüldü.

Herhalde günahı alınıyor. Çünkü Leonardo, kefenin ortaya çıkışından 100 yıl sonra doğdu. Ya da Torino’da sergilenin kefen, orijinali değil, Leonardo’nun yaptığı bir kopyası. Ayrıca 2006 Nisanı’nda, portrenin Da Vinci’ye değil, onunla aynı dönemde yaşayan Albrecht Dürer’e ait olduğunu da iddia edenler oldu.

1983’te, Alman fizikçi Oswald Scheuermann, kefen üzerindeki insan yüzü oluşumunu açıklayabilecek ve elektromanyetik alanda sıvı iyonizasyonuna dayalı bir teori geliştirdi. Hatta bazı öncül deneylerle, o güne kadar hiçbir araştırıcının başaramadığı sonuçlar dahi aldı. 2005 Eylülü’nde Dallas’ta toplanan 3. Uluslararası Torino’daki Kutsal Kefen Kongresi’nde, Scheuermann, aradan 22 yıl geçtikten sonra bu kez Padova Üniversitesi’nden makine mühendisi Giulio Fanti ve Bari Üniversitesi’nden elektrik-elektronik mühendisi Francesco Lattarulo ile birlikte aynı teorisini bir daha sundu.

Zürih polis kriminal laboratuvarı müdürü Max Frei, keten kumaşın üzerinden seloteyp ile topladığı bitki polenlerini 10 yıla yakın bir süre inceledikten sonra, bunlardan 13’ünün Ölü Deniz dolaylarına, 20’sinin Suriye’nin kuzeyi, Anadolu’nun güneybatısı ve Marmara Bölgesi’ne, 16’sının da Avrupa’ya özgü olduğunu saptadı.

ÜSTÜNDEKİ POLENLER DAHİ İNCELENDİ

Frei’in topladığı polenleri tekrar ve daha ileri yöntemlerle inceleyen İsrailli botanikçiler Prof. Dr. Avinoam Danin ve Dr. Uri Baruch, 1999’da Amerika’da toplanan ve 4 bin kişinin katıldığı 16. Uluslararası Botanik Kongresi’nde, inceledikleri polenler arasında Gundelia tournefortii ve Zygophyllum dumosum’a ait olanların, dünya üzerinde sadece Hz. İsa’nın doğup yaşadığı çevrede, yani Kudüs’te bir arada bulunduğunu bildirdiler.

Yıllar boyunca pek çok bilim insanı, kefenin sahte olduğunu kanıtlayabilecek deliller aradı durdu.

Her ne kadar kefen üzerindeki lekelerin kan olmayıp, boya olduğunda ısrar eden ünlü Amerikalı kimyacı ve mikroskopi uzmanı Dr. Walter Cox McCrone gibileri ortaya çıktıysa da (McCrone, bulgularını 5 kez uluslararası hakemli dergilerde yayınladı), 100 yıl boyunca, Torino’daki ünlü kumaş ile ilgili olarak yürütülen bilimsel araştırmaların neredeyse tamamı, kefenin Hz. İsa’ya ait olduğuna inananları destekler yönde gelişti. Bir tek önemli istisna dışında. 1988 yılında gerçekleştirilen ve her şeyi altüst eden radyokarbon tarihlendirmesi.

Vatikan yönetimi, 1988 yılında Kutsal Kefen’in radyokarbon (C-14) analizinin yapılarak yaşının belirlenmesine izin verdi. Bu amaçla kumaşın ucundan kesilen bir parça üçe ayrılarak, Arizona, Cambridge ve Zürih Üniversitelerine gönderildi. Gelen sonuçlar birbirinin aynıydı.

Kumaş, yüzde 95 olasılıkla, 1260-1390 yılları arasında bir tarihte dokunmuştu. Kısacası, Hz. İsa’nın kefeni değildi. Sonuçlar, bilim dünyasının en saygın dergilerinden Nature’da yayınlandı.

C-14 tarihlendirmesinde yanılma payı olduğunu herkes bilir. Ancak 1000 yıllık bir yanılma düşünülemez. Bu nedenle birçok merkez, kumaşın bir başka yerinden, özellikle insan yüzü görüntüsü civarından örnek alarak deneyleri tekrarlamak istedi. Vatikan, "eğer kefen gerçekten Hz. İsa’ya aitse, yüzünden bir parça kesmek günah olur" görüşü ile buna izin vermedi.

PARÇA YANLIŞ YERDEN ALINDI

2005 yılında Los Alamos Ulusal Laboratuvarı’ndan Raymond N. Rogers’in Termochimica Acta dergisinde yayınlanan makalesi, herkese derin bir nefes aldırdı. C-14 tarihlenmesi için kefenden kesilen ve laboratuvarlara gönderilen parça, kumaşın tamir görmüş bir yerinden alınmıştı. Buradaki ipliklerin 2000 yıllık değil, 1300 yıllık çıkması doğaldı. Kısacası C-14 analizi doğruydu, ancak örneğin alındığı yer yanlıştı.

Kefen, en son 2000 yılında halka gösterildi, bir sonraki 2025’te.

2

Fransa’daki entari

Halen Paris yakınlarındaki Argenteuil Kilisesi’nde bulunan dikişsiz entarinin, 2004 yılında gerçekleştirilen C-14 tarihlendirmesinde, 642-786 yıllarından kalma olduğu, kısacası Hz. İsa ile ilgisinin bulunmadığı anlaşılmış ise de, geniş kitleler, C-14 tekniğinin hatalı olduğuna, peygamberin çarmıha gerilmeden önce bu entariyi giydiğine inanıyor.

2003 yılında, eski kumaş restoratörü Isabelle Bedat, entari üzerindeki kalıntıları toplamak ve değişik laboratuvarlara göndermek üzere resmen görevlendirildiğinde, bunların arasındaki kıl ve saçları, kozmetik firması L’Oreal’e, diğer kalıntıları da aralarında ünlü Fransız antropolog ve genetikçi Gerard Lucotte’un da bulunduğu pek çok bilim adamına teslim etti.

L’Oreal, Hz. İsa’ya ait olduklarına ilişkin bilimsel bir kanıt bulunmadığını öne sürerek, saç ve kılları incelemeyi reddetti. Genetikçi Lucotte ise, teslim aldığı örneklerin kanla bulaşık olduğunu ve DNA’sını elde ettiğini, ayrıca biri 112, diğeri 116 çift nükleotid taşıyan iki bölümünü çoğaltabildiğini ilan etti.

Örnekleri bizzat toplayan Isabelle Bedat, bu sonuçlara şiddetle karşı çıkıyor. Kumaşı çok ayrıntılı biçimde incelediğini, üzerinde kesinlikle kan bulunmadığını iddia ediyor ve DNA sonuçlarının bilimsel bir dergide yayınlanmasını talep ediyor.

3

İspanya’daki mendil

Valencia Üniversitesi’nden adli tıp profesörü Jose Delphin Villalain, İspanya’nın kuzeyindeki Oviedo’da korunan ve 614 yılında Kuzey Afrika üzerinden İspanya’ya getirildiği bilinen 84x53 santim boyutlarındaki mendilin, Hz. İsa öldükten sonra daha çarmıhtayken yüzüne örtüldüğüne inananlardan.

Mendil üzerindeki lekeleri değişik yöntemlerle inceleyen Dr. Villalain, bu lekelerin Torino’daki kefenle en az 50 noktada örtüştüğünü öne sürüyor. Mendilin C-14 yöntemi ile tarihlendirmesi, sadece 1400 yıllık olduğunu saptamasına rağmen, üzerindeki kan grubu ve polenlerin de Torino’daki kefen ile aynı olduğunun ortaya çıkması, Hz. İsa’ya ait olduklarını kanıtlamasa bile, en azından bu kutsal emanetlerin aynı coğrafi bölgede yaşamış bir ya da birden fazla kişiye ait olduğunu gösteriyor.

Hz. İsa Tanrı’nın oğluysa AGCCAAGGAC Tanrı’nın DNA’sı

Bir organizmayı klonlamak, DNA molekülünün akıllara durgunluk veren dünyasında gezinen bir genetikçinin, er ya da geç kendini kaptıracağı güzel bir hayaldir. Hayalden öte, gerçekleşmesi mümkün, gerçekleştiği kanıtlanmış bir olgudur. Yeter ki, elinizde o organizmanın DNA’sı olsun. Klonlamayı hedeflediğiniz "insan"ın, 3 milyar nükleotidin oluşturduğu DNA molekülünden yola çıkarak kopyalarını yapabilmeniz için bir engel yoktur. Tabii teorik olarak.

Hz. İsa’nın vücuduna değmiş kumaşların varlığına inanan bir genetikçiyseniz eğer, bunların üzerinde DNA’sının olacağını düşünmeniz kadar doğal bir şey olamaz. Düşünmekle yetinmez, kumaş üzerinden DNA elde etmeye kalkarsınız. Başarmanız durumunda, dünyayı sarsacak bir adım ötesi için, sizi kimse tutamaz. Nitekim, Meksikalı, İspanyol ve Fransız üç genetikçi bu umuda kapıldılar. Kimi, yolun başındayım, diyor, kimi sonuna yaklaştığını bildiriyor.

Bunlar arasında en iddialı olanı, ABD Teksas San Antonio Üniversitesi’nden Meksika kökenli arkeolog ve mikrobiyolog Dr. Leoncio A. Garza-Valdes. Valdes 1997’de, önce 1000 yıldan eski, insan kalıntısı ile bulaşık kumaşta C14 analizinin, bakteri ve mantarlar nedeniyle hatalı olabileceğini kanıtladı. Böylece C14 tarihlendirmesinde 1400 yıllık çıkan kutsal emanetlerin, daha eski olabileceğini ortaya çıkardı.

2001 yılında da, Hz. İsa’ya ait olduğu düşünülen giysi üzerinden alınan amelogenin ve betaglobin adlı 2 genin Teksas Üniversitesi’nde saflaştırıldığını, hatta çoğaltıldığını bildirdi.

AGCCAAGGAC diye başlayan nükleotid dizini, bana sadece bir canlının biyolojik kalıntısının varlığını gösteriyor. Ancak Hz. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğuna inanan bir Hıristiyan açısından çok daha farklı bir anlam taşıdığı muhakkak. Çünkü 3 milyar nükleotidin çok küçük bir bölümü olsa da, AGCCAAGGAC, Tanrı’nın DNA’sı.
Yazarın Tüm Yazıları