Huysuz İhtiyar

Güncelleme Tarihi:

Huysuz İhtiyar
Oluşturulma Tarihi: Ekim 18, 1997 00:00

Haberin Devamı

Denver meydan muharebesi

Ben, ırk, din, milliyet farkı gözetmeyen biriyimdir. Gözetenleri de sevmem. Sınırların kalkacağı, ulusların tek bir Dünya Devleti bayrağı altında birleşeceği bir yaşam düşlerim hep.

Ama neden ve nasıl oluyor bilemiyorum, yurt dışına çıktığımın 3. günü azılı bir milliyetçi kesiliyorum. Gittiğim ülkenin halkından ‘‘Bu gavur milleti!’’ diye söz etmeye başlıyorum. Neredeyse parmaklarımla kurt işareti yapıp öyle dolaşacağım sokaklarda... Bu nedenle kızımın Denver'deki düğünü epey kanlı geçmişti... Hatırladıkça hala yüzüm kızarıyor.

* * *

Denver'e varışımızın ikinci günü, benim dünür Ted Raykır'ın zengin bir arkadaşı onurumuza bir akşam yemeği veriyormuş. Biz de giyinip, kuşanıp gittik. Eşim Tolga,

‘‘Artık mecbursun!’’

deyip bana zorla birkaç takım elbise diktirmişti. Yani façamız yerindeydi.

Gittiğimiz ev, saray yavrusu demeyeyim ama saray civcivi gibi bir konaktı. Raykır'ların ve bizim dışımızda bir hayli de konuk gelmişti. Hayatlarında ilk kez bir Türk ailesi görebilmenin merakıyla duyan koşmuştu. Kibar gülücükler içinde hep beraber oturmuştuk. Millet, gözünü dikmiş merakla bize bakıyor... Acaba Türkler nasıl oturur, konuşabilir mi, adam fesini ne zaman giyecek, palasını ceketinin içine mi saklamış, kadın peçesini takıp göbek dansı yapacak mı gibisinden bakınıp duruyorlar. Eşim, yılların tiyatro oyuncusu ve ben de bir sürü oyun sahnelemiş bir rejisör olduğumdan ev sahiplerinin ve konukların yaydıkları bu elektrik dalgalarını şıp diye alıyoruz. Başka bir şey daha algılıyoruz ve öğreniyoruz. Yalnız, kız tarafı damat tarafından nefret etmiyormuş. Onlar da ellerinde büyüttükleri bu aslan gibi delikanlıyı zırt diye kapan kız ailesinden nefret ediyorlarmış. Benim keyifle sırıtmaya başladığımı gören Tolga, eğilip usulca ‘‘Oğuz lütfen yapma!.. Damadını düşünmüyorsan kızını düşün... O, bu insanların arasında yaşayacak artık!’’

dedi. İnsanın, 30 yıl sonra bütün mimiklerinin karısı tarafından hemen anlaşılması berbat bir şey!.. Suratındaki ifadeyi anlayınca niyetini ve yapacağını da anlıyor. Karısı tarafından bu kadar anlaşılır bir adam olmak da insanın ağırına gidiyor. Sürpriz yapma hakkını kaybetmiş biri nasıl yaşar?.. (Bir gün plastik ameliyatla yüzümü gözümü değiştireceğim!..) En saf ve şaşkın bakışımı fırlatıp ‘‘Edepsizlik edeceğimi de nereden çıkardın canım?.. Sen yaşlandıkça fesat kalpli oluyorsun... Ben bu insanları çok sevdim...’’ diye söylenirken ev sahibi hanım, elinde bir tabak ve bir kadehle geldi.

‘‘Somon füme sever misiniz?..’’ diye sordu. Ama bu soruşta ‘‘Ömrünüzde hiç somon füme gördünüz mü?.. Türkler somon yemesini bilir mi?..’’ ek soruları da gizliydi. Şimdi, bizim Migros'larda da satılan isli somon balığı dünyada lüks ve sosyetik bir meze... Bir çatal aldım.

‘‘Aaa!.. Müthiş güzel... İnkredibıl vallahi!.. Balık çiftliğinde üretilmesine rağmen, açık deniz somonu gibi lezzetli... Şarap da Kaliforniya şarabı ama aynen Fransız Şamlis gibi... Alış veriş yaptığınız marketin adresini alacağım giderken...’’ dedim. Tolga umutsuzlukla içini çekti. Tabii, bunları bildiğimden söylemiyordum. Her zengin Amerikalı gibi milliyetçidirler ve Fransız şarabı yerine Kaliforniya şarabı içiyorlardır tahmini yürütüyordum. Ayrıca Kolorado gibi dağların arasında ömür geçiren bir hanımın balık bilgisi ne ola ki?..

Voltır,

‘‘Türkiye'de her yer çöl mü?’’

sorusuyla karısının imdadına yetişti.

‘‘Kamel sigarası içiyorsunuz, değil mi?’’

‘‘Evet ama artık bıraktım. Nereden anladınız?’’

‘‘Kamel paketinin üstünde, çöldeki bir piramidin önünde bir deve resmi vardır. Altında da ‘‘Türk tütününden yapılmıştır’’ yazar. Siz Amerikalı'ların ilginç bilgi edinme yöntemleriniz var!’’ Tolga bu kez iniltiye benzer bir ses çıkardı.

O gece için kiralandığını tahmin ettiğim uşak, yemeğin hazır olduğunu bildirerek Voltır'ı elimden kurtardı. Herkesin ağzı bir anda dolduğu için yemek olaysız başladı. Sonra Amerikan adeti gereği erkekler arasında ‘‘tu meyk mani’’ muhabbeti oldu. Ama konu, kaçınılmaz bir kader gibi yine Türkiye'ye geldi dayandı. Tabii ben de kulağımın dibinde Hasan Mutlucan'ın sesinden ‘‘Yine de şahlanıyor aman, kolbaşının yandım da kır atı!..’’ gibisinden serhat türküleri duymaya başladım. Otomotiv işletmecisi olduğunu öğrendiğim bir yupi, (genç dahi işadamı) Türkiye'deki Japon ve Amerikan arabalarının piyasa durumunu sordu. ‘‘Türkiye'de en fazla Mersedes satılır. Benim bile arabalarımdan biri Mersedes'tir.’’ diye cevap verdim. Tabii Mersedes'in 20 yıllık olduğunu, kimse olmadığı için evin önünde mefluç bir şekilde yattığını bu yüzden bir Reno 11 almak zorunda olduğumu söyledim. Mersedes lafı üzerine birkaç kişinin çatalı, ağızlarına götürürlerken havada kaldı. Çünkü Mersedes, üzerine bindirilen lüks vergileri yüzünden Amerika'da ancak çok kere milyonerlerin alabildiği bir araba. Hatta, hava basmak isteyen bazı Holivud artistleri, satın alamadıkları için Mersedesleri bir yıllığına kiralıyorlar.

‘‘Öyle değil mi Fil?’’

diye sordum damada. Damat Fil, 5 kıtada çalışmış bir maden mühendisi. Türkiye'deki akıl erdiremediği konuların başında da Mersedes bolluğu geliyor.

‘‘Evet, her kenar mahalle sokağında kaldırıma park etmiş en az 5 Mersedes görebilirsiniz!’’ dedi.

Ev sahibi Meri, kültür meraklısı bir hanımdı. Hatta, Amerikanca ‘‘smokd salmın’’ yerine ‘‘somon füme’’ kıymalı makarnaya spagetti old Bolonez gibisinden bazı yemeklerin adını Fransızca söylediği için hanım konukları arasında özel bir yeri vardı. Tahminime göre genç kızlığında bir kaç okul temsiline çıktığı için konuyu tiyatroya getirdi. Ama kocası dahil bütün masa efradı da Meri'den bir anda nefret etti... Çünkü, ben Yucin O Neyl ile Arthur Millir'ın tiyatro anlayışlarının kıyaslamasına başlamıştım. Sonra da Rus Vahtangof ile Alman Breht'in Brodvey müzikalleri üstündeki etkisine geçtim. En çok da Vilyum Saroyan'ın Türkiyeli olmasına şaştılar. Sonra da meraklı bir bankacıya Amerikan banka sisteminin nasıl batacağını izah ettim.

‘‘Türkiye, Brezilya ve Meksika bir gün ittifak yapıp biz bu borçları ödeyemeyeceğiz diyecekler. Zaten ödeyemiyorlar. Faizlerini ödemeleri ve siz de müşterilerinize kar gösterebilmeniz için yeni kredi açmaktasınız. O zaman bütün halk bankalara koşacak. Siz kepenkleri kapatacaksınız. Onlar da kredi kartı borçlarını ödemeyecek. 100 milyondan fazla Amerikalı'yı takip etmek ve icraya vermek en az beş yıl alacak. Bu arada ne banka ne de ekonomi kalır ayakta... Ayrıca ekonomi politikamızı salaklar idare ediyor. Arap petrolünden yılda 50 dolar kazanıyorsunuz. Ama 10 binlerce kilometre ötedeki petrolü korumak için 150 dolar askeri harcama yapıyorsunuz. Şirketler kazanıyor, devlet bakıyor.’’

diye kendimin de şaştığı bir nutuk çektim. Herkesin yediği boğazına dizildi. Allah'tan Tolga masanın öbür ucuna oturtulmuştu ve homurdanmalarını duyamıyordum. Bütün bunları İngilizce olarak nasıl anlattığımı sormayın. İki şişe şarabın üstüne yarım şişe de konyak içince İspanyolca bile konuşuyor insan.

O ana kadar söze pek karışmayan sıska ve yaşlı bir konuk saklayamadığı bir öfkeyle, ‘‘Amerika ile niye bu kadar ilgilendiniz?.. Bunca bilgiyi nasıl öğrendiniz?..’’

diye bir Mark Karti edası ve Con Veyn sesiyle sordu. Durum birden komünistik ve tehlikeli bir hal almıştı.

‘‘Siz öğrettiniz!’’

‘‘Biz nasıl öğrettik?’’

‘‘Kovboy filmlerinizle öğrettiniz!’’

Birden moruğun yüzünü öğle yemeği faresini köşede kıstırmış bir yılan sırıtışı kapladı. Farkında olmadan adamın allame-i cihan olduğu bir ringe girmiştim. İşte şimdi beni bitirmişti. Sahtekar bir tezgahtarın sevecen sesiyle

‘‘Kovboy filmi sever misiniz?’’

diye sordu. Korkunç sınav başlamıştı.

‘‘Eh, çocukluğumuzda seyrederdik.’’

‘‘Çarls Starıt'ı tanır mısınız?..’’

‘‘Hani şu ablak suratlı hep siyahlar giyinen kovboy mu?.. Bir ara Lon Renar'ı (Maskeli süvari) de oynamıştı. Atının adı Gümüş'tü değil mi?..’’

‘‘Şarkıcı kovboylar da vardı, değil mi?..’’

‘‘Evet Cin Otri, Teks Rittır, Roy Racırs filan... Racırs'ın beyaz ve çok akıllı bir atı vardı. Atı Trigır'dı (tetik). Arkadaşını da (yani hafiyenin delisini) Gebi Heyz diye sakallı şirin biri oynardı. Ünlü Haynuun filmindeki (Kahraman Şerif) şarkıyı da Teks Rittır'a söyletmişlerdi. Kovboy spesiyalisti yaşıma bakıp daha eskiye kaçmaya çalıştı.

‘‘Bak Cons...’’

demesine kalmadan

‘‘Tom Miks, Ken Maynard, Tim Mek Koy, Con Mek Bravn...’’

diye saymaya başladım. Herif kadehindeki şarabı dikip masadan kalktı. O gece, bir daha ortalıkta görünmedi. Halbuki daha singıl ekşin ve dabıl ekşın 45'lik kovboy kolt tabancalarının özelliklerini anlatacaktım adamcağıza... Allah'ın Con Veyn'i bizim kuşağın tümden kovboy olarak büyüdüğünü nereden bilsin?..

* * *

Yemek sonrası, salona geçilip piyano çalındı. Tam, ‘‘Ah be bağlamamı niye getirmedim!..’’ diye hayıflanırken piyanonun elle çalınan bildiğimiz piyano olmayıp, bisiklet gibi pedal çevirerek ayakla çalınan haterna gibi otomatik piyano olduğunu farkettim. Piyanoya sokulan delikli kağıtların içinde ‘‘Dip in dı hard of Teksas’’ şarkısı benim bildiğim İngilizce tek şarkı olduğu için ufak bir konser verdim. Amerikalılar bir ara dans etmek gafletinde de bulundular. Tolga tiyatrocudur ama konservatuvar eğitimini bale bölümünde yapmıştır.

Bir Türk ailesi olarak tango, ça-ça, bi bap, fokstrot, sving, rumba, rakın rol gibi dansları didaktik olarak sunduktan sonra ev sahibesi Meri'ye ‘‘Vu le vu danse avek mua madam?’’ diye sordum. Aradan 8 yıl geçmesine rağmen Meri'nin beni unutabildiğini sanmıyorum.

* * *

Otele dönünce Tolga,

‘‘Damat Amerikalı değil de Çinli olsaydı ne yapacaktın?’’

diye sordu.

‘‘Mao var!

‘‘Ya Hint'li olsaydı?’’

‘‘Gandi sağolsun!’’

‘‘Maldiv adalarından?’’

‘‘Kızı vermezdim be!’’

*Ê*Ê*

Düğünde zengin Voltır'la karşılaştık.

‘‘Türkiye, Rusya'nın güneyinde İran'la Yunanistan ortasında Karadeniz'le Akdeniz'in arasında ve başkenti de Ankara!..’’

dedi heyecanla. Dersini iyi çalışmıştı.

‘‘Aferin Voltır... Amerikalı bile olsa, insandan umut kesilmez!’’

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!