Huysuz İhtiyar

Haberin Devamı

Herkes iki ruhludur

Sabah uyandığımda yatağın ve yorganın bir hayli büyümüş olduğunu fark ettim. Ayaklarıma baktım, görünmüyorlardı. 180 santimi epeyce geçen boyum nedeniyle ayaklarım her zaman yorganın dışına çıkardı. ‘‘Allah Allah!’’ dedim. ‘‘Yorgan mı büyüdü, yoksa ben mi çekip küçüldüm? Demek ki duş yaptıktan sonra ıslak ıslak yatağa girmemek gerekmiş.’’ Sonra da ağzımdan

‘‘Geh pisi pisi!.. Gelin babanıza güzel pisilerim!..’’ gibisinden garip sözcükler dökülmeye başladı. Oysa, kıçlarına birer terlik patlatmanın dışında kedilerle hiçbir yakınlığım olmamıştır. Peki, şimdi ne halt etmeye yatağa kedi çağırıp duruyorum?

Yataktan doğrulup inmek istedim. Ayağım yere değmedi. Yatak epeyce yükselmişti. Ben de düşmek suretiyle yere indim ve kalkıp terliklerimi giydim. Ayaklarım terliklerin içinde kayboldu. Topuk kısımlarında da yarım karış boyunda boşluklar kaldı. Ayaklarım 44 numara olduğuna göre, demek terliklerim 20 numara kadar büyümüştü.

O sırada kapı çaldı. Kapıcı ekmek ve gazete servisine gelmişti. Önce dehşetle yüzüme baktı, sonra hazırola geçip ‘‘şırrak’’ diye bir asker selamı çaktı. Ondan sonra da merdivenlerden yuvarlandı gitti. Bugün herkeste bir tuhaflık vardı.

*

Tuvaletin aynasında tepemdeki kapkara boyalı kıvırcık saçlara hayretle baktım. Benim saçlarım hem siyah hem de kıvırcık değildi. Zaten, tepemde pek saç da yoktu. Bunlar da nereden çıktı diye düşünürken gözlerim suratıma takıldı. Aynadan çok tanıdık bir yüz bana bakıyordu. Yüz çok tanıdıktı ama benim yüzüm değildi. Bülent Ecevit'in yüzüydü. Demek ki Oğuz Aral olarak yatmış, Bülent Ecevit olarak kalkmıştım.

‘‘Allah'ım, ben ne günah işledim de beni Başbakan yaptın!..’’ diye inledim.

*

Sekiz bardak demli çay içtikten sonra bir gecede Başbakan olmanın şaşkınlığından kurtuldum. Bir gecede profesör, hatta Cumhurbaşkanı olunan bir ülkede ben Başbakan olmuşum çok mu yani!..

‘‘Madem artık bir Başbakanım, ülkemin sorunlarıyla biraz uğraşayım bari...’’ diyerek sokağa çıktım. Çıktım ama perişan bir kılıkta çıktım. Bana uzun gelen pantolonumun paçalarına iki de bir basıp düşüyordum. En darını seçip giymeme rağmen babasının gömleğini giymiş çocuk gibiydim. Fakat, bu durum beni ülkemin sorunlarıyla savaşmaktan alıkoyamazdı. Zaten, halk Ecevit'in biraz çapaçul giyinmesine alışıktı. İlk işim beni hababam kazıklayan kasaba uğramak oldu.

‘‘Etin kilosu kaça?’’

‘‘4 milyon.’’

‘‘Hösst!.. Sizin gibiler yüzünden enflasyon azıp duruyor. Et her yerde 3 milyonken sizde niye 1 milyon daha pahalı?’’

‘‘Sayenizde sayın Başbakanım... O 1 milyon vergi zammı!..’’

‘‘Yani verginizi halka mı ödetiyorsunuz?’’

‘‘Sen, vergisini kendi cebinden ödeyen işadamı gördün mü hayatta?’’

Koca bir Başbakan, bir kasap parçasıyla ağız dalaşına tutuşacak değildi ya!..

‘‘Tekrar Oğuz olduğum zaman ben sana gösteririm!..’’ diye homurdanarak mahalleyi hoparlörüyle inim inim inleten seyyar batitizcinin peşine düştüm. İki yıldır kulaklarıma cinsel tacizde bulunup hayatımı karartan herifi yakaladığım zaman ümüğünü sıkmak istedim. Ama bir türlü elim varmadı. Hatta ağız tadıyla bir küfür etmeyi bile beceremedim. Ecevit olmak ne zor işmiş yahu!..

‘‘Siz, hoparlörle ciyak ciyak bağırıp mahalleyi rahatsız etmenin yasak olduğunu bilmiyor musunuz?’’

‘‘Oparlörle bağırmak yasak mı beyim?’’

‘‘Tabii yasak. Hem de çok yasak!..’’

‘‘Yasaksa trafik polisleri arabalarından, müyezzinler de cami oparlörlerinden niye haykırıp duruyorlar?’’

‘‘Onlar kamu hizmeti görüyorlar. Senin gibi ticaret yapmıyorlar.’’

‘‘Yanikim, oparlörlü ticaret yasak.’’

‘‘Evet, malınızı satarken hoparlör kullanamazsınız.’’

‘‘Öyleysem sizler, seçim meydanlarında niye oparlörden höngür höngür bağırıp duruyonuz? Sizler de satış yapmıyonuz mu?’’

‘‘Ah lan ah!.. Şimdi Ecevit olmayacaktım ki, seni o partal kamyonetinin penceresinden çekip alıp, elindeki mikrofonu da kulağına sokacaktım!..’’ diye homurdanırken çevremde bir vaveyla koptu. Benim çarşı-pazar teftiş ettiğimi nereden duymuşlarsa duymuşlar, televizyoncular, bizim partinin Mecidiyeköy takımı, şehit yakınları ve müdahil avukatları, vatandaşlar ve de bir bölük polis üzerime doğru bir koşu koparmış geliyorlardı. Beni omuzlara almak veya bir devlet işine kapağı atmak isteyenlerden, bademciklerime mikrofonunu sokmaya çalışan televizyonculardan ve de onlarla karakucak güreşe tutuşan polislerden canımı kurtarıp kapağı eve attım. Üçüncü katta rastladığım kapıcı Yusuf beni görünce selam çakarken yine merdivenlerden düştü.

*

Televizyonda haberleri izlerken cinlerim tekrar tepeme çıktı. Tanzimat zamparası kılıklı İtalyan Başbakanı işini gücünü bırakmış, Apo'yu kurtarmak için Meclis'ini toplamışmış. Ben de telefona sarılıp kabinemi topladım. Ama kadim üşengeçliğimle Ankara'ya gidemediğim için kabineyi benim Mecidiyeköy'deki eve çağırdım. Onlar gelene kadar da iki büyük rakı aldırıp cacık, humus, sirkeli soslu patlıcan kızartması, yumurtalı piyaz, haydari, beyaz peynir ve kavun gibisinden Başbakan evine yakışacak biraz meze hazırladım.

*

‘Sayın arkadaşlar, bu akşamki toplantımızın gündemi Avrupa'yı ve özellikle İtalya'yı hizaya getirmenin yöntemini saptamaktır’’ diyerek kabine toplantısını açıp konuşmamı sürdürdüm:

‘‘Bu yılki ihracatımızda açık var. Bu açığı kapatmak için Avrupa'ya yeni ürünler ihraç etmeliyiz.’’

Ticaret Bakanı,

‘‘Mesela ne gibi?’’ diye sordu.

‘‘PKK gibi... Avrupa'ya PKK ihraç etmeliyiz. Yeteri kadar PKK'lı bulamazsak, PKK'lı taklidi yapacak adam buluruz. Bizim polis, Avrupa'ya kaçak insan götüren gemileri niye önlüyor anlamıyorum. Tersine, onlara yardımcı olmalıyız. İlk parti için birkaç yüz gemi kiralayacağız. Bunların içine hapisteki PKK'lı veya işsiz güçsüz takımından vatandaşlarımızı dolduraceğız. Avrupa'ya kapağı atmak isteyen milyonlarca vatandaşımız kuyrukta bekliyor. Hatta, Irak'lı ve Bangladeş'lilerden de faydalanabiliriz. Onlara yolda yemeleri için Swiss Otel'den kumanya hazırlatıp ceplerine biraz İtalyan Lireti koyacağız. Bilmeyenlerine 'Bji Apo' gibi birkaç Kürtçe sözcük de öğreteceğiz. İtalya'nın üç bir yanı sahil olduğundan kontrolu mümkün değil. Elini kolunu sallayan İtalya'ya girip duruyor. Bizimkiler de karaya ayak basınca, 'Biz siyasi mülteciyiz. TeCe'nin zulmünden kaçtık!..' diyecekler. İtalya, onları geri çeviremeyeceği için Almanya'ya, Fransa'ya, İsveç'e filan postalayacak. 5 milyonuncu siyasi mülteciden sonra elimize ayağımıza kapanıp, 'Aman biz ettik, siz etmeyin!.. Bunları artık besleyemiyoruz!.. Kahrolsun PKK!.. Ne olur asın şu Apo katilini!..' diye yalvarmazlarsa ben de Baykal'dan beter olayım!..’’ dedim. Kabine'de müthiş bir alkış koptu. O keyifle mezeler yendi, içkiler içildi. Bir ara Çalışma Bakanı Yaşar Okuyan'ın gözü duvarda asılı bağlamama takıldı.

‘‘Biz sizin şiir yazdığınızı biliyorduk ama, bağlama çaldığınızı bilmiyorduk Sayın Ecevit’’ dedi.

‘‘Bizden habersiz yeni çıkan kanuna göre, bağlama çalmayanı Başbakan yapmıyorlarmış’’ deyip Misket ayağından Fidayda oyun havasını çalmaya başladım. Okuyan da, cüssesinden umulmayacak kıvraklıkla oynamaya başladı.

‘‘Afferin Sayın Okuyan, bilmediğimiz meğer ne marifetleriniz varmış.’’

‘‘Aman ağabeycim çaktırma... Ben, Yaşar Okuyan'ın aslı değilim. Bir sabah uyandığımda kendimi böyle buldum.’’

*

Kabine'yi selametleyip yatağıma girince üç Kulhüvallahi bir Elham okuyup,

‘‘Allah'ım, ülkemi batırmadan beni bu Ecevit'likten azat et!..’’ diye dua ettim ve uyudum.

Sabah uyandığımda kendimi,

‘‘Dün dündür, bugün bugündür. Verdimse verdim. Vaa mı bunun ötesi!..’’ diye söylenirken buldum. Bu kez de Ecevit olarak yatıp Demirel olarak kalkmıştım.

Yazarın Tüm Yazıları