Hülya, Gülben, Süheyl ne kadar haklıymışsınız

Türkstar Yarışması’nda jüri üyeliği yapmadan önce sadece popüler kültüre ilgi duyan birisiyken, yarışmadan sonra popüler kültürün tam da göbeğinde oturan birisi haline geldim ve Hanya’yı Konya’yı anladım!

Sadece kamera arkasında çalışan birisiyken, zaman zaman popüler insanlarla dertleşir, onlara fikirlerimi söylerdim. ‘Amaaan, ne takıyorsunuz bütün yazılanları ve söylenenleri, meyve veren ağacı taşlarlar’ derdim. Ya da, ‘Değer mi onlar için kendinizi bu kadar sıkmaya, siz bildiğiniz yolda yürümeye devam edin’ derdim. Hatta zaman zaman kızardım içimden onlara, ‘Daha ne istiyorlar, öyle ya da böyle gündeme geliyorlar işte’ diye düşünürdüm.

***

İşin başında ben de pek ‘takmıyordum’ doğrusunu isterseniz. Popüler kültürün bir parçası olduğuma göre ‘Yazacaklar tabii... Ekrana çıkmayı kabul etmek, ‘hakkımda her türlü yorumda bulunabilirsiniz’i kabul etmektir zaten’ diyordum. Hatta TV’deki ve gazetelerdeki yorumlardan dolayı çok sıkılan ailemi teselli bile ediyordum! ‘Aman anne/baba, siz de alışamadınız gitti’ dediğim günleri bile hatırlıyorum.

Jüri üyeliğinden sonra, reklam filmi oyunculuğu ve Kelebek’te kompozisyon (!) yazarlığı yapmaya başladım ya, bu sefer bunun üzerine yazılar yazılmaya başlandı. E tamam bu da iyi hoş, olacak tabii. Zaten benim yazdıklarımın üzerine köşeler yazılması ne anlama gelir, benim yazılarımın (gülmek için dahi olsa) okunduğu anlamına gelir, değil mi? Bu da tamam. Tabii ki eleştirilecek, tabii ki yazılacak, bundan daha doğal ne olabilir. (Sırası gelmişken şunu da açıklayayım, sit-com oyunculuğu falan yapmayacağım, yok böyle bir şey!) Hem kötü mü ettim jüri üyesi olmakla, köşe yazarlığı yapmakla, ne güzel dedikodu malzemesi ve yazı konusu çıkıyor işte!

***

Jüri üyesi olarak söylediklerim ve bu köşede yazdıklarım konusundaki bütün eleştirilere açığım, (Hatta benimle ilgili olumlu ya da olumsuz yazı kaleme alanların, çoğunu arayıp teşekkür etmişliğim bile vardır). En azından ne yapmamam gerektiğini öğreniyorum, hatta çoğu zaman eğleniyorum da hakkımda yazılan yazıları okuduğumda. Ama eleştiri yaparken, eleştiriyi kişisel hakarete vardırmayı, kişilik tespitleri yapmayı hiç de doğru bulmuyorum. Bu da benim nacizane fikrim.

Bu sebeple, birlikte çalıştığım ve onları anlamakta güçlük çektiğim, Hülya Avşar, Gülben Ergen, Bülent Ersoy, Nükhet Duru, Kenan Işık, Sinan Çetin, Yıldız Tilbe, Süheyl-Behzat Uygur ve daha nicelerinden özür diliyorum. Zormuş vallahi.

BUGÜN NE YAPMAYALIM

Kredi kartlarını, borcunu biz ödemeyecekmiş gibi harcamayalım.

En sevdiğim şeyi sonunda buldum

Elele Dergisi’nden Esra Hanım aradı ve dedi ki: ‘Önümüzdeki ayın dergisi için bir konu belirledik, Türkiye’de şu anda popüler olan 6 kişiyi en sevdikleri şeylerle birlikte resimleyeceğiz, sizin en sevdiğiniz şey nedir?’ Birden üzerime ‘kal geldi’. Neydi benim en sevdiğim şey? 5 dakika kadar düşünüp bulamayınca, hemen sordum ‘Mesela diğerleri neyle çektiriyorlar resimlerini, bir iki örnek verebilir misiniz?’ Esra Hanım bir sürü örnek verdi. Ben telefonun başında öylece dinliyorum. Bulamıyorum bir türlü, neyi severim ben?

***

Önce kitaplarla çekelim diye düşündüm ama ‘ohooo’ dedim, ‘Şimdi kim inanır, benim kitap okuduğuma’. Herkes diyecek ki almış eline sadece kapakları güzel diye bir takım kitapları, bize okuyor havası atıyor. Vazgeçtim... Halbuki kötü bir okur da sayılmam!

Türk pop müziği CD’leri ile çekelim diye geçirdim aklımdan. Ama hemen ondan da vazgeçtim, iyi ki jüri üyesi oldu, yani demek istiyor ki ben sıkı bir Türkçe pop dinleyicisiyim, o yüzden de bu jürideyim. İnsanlara Türk pop müziğini ne kadar iyi bildiğini ispat etmeye çalışıyor. Hemen bundan da vazgeçtim... Oysa ki kötü bir dinleyici olduğum söylenemez.

Kedimle (adı Zeynep) beraber çektireyim diye geçirdim içimden... Yok olmaz... Hayvanlar bir süre sonra sahiplerine benzerlermiş ya, benim kedim de çok yabani. Ne kucağa gelir, ne kendini sevdirir, ne de 15 saniyeden fazla sabit olarak bir yerde durur. Patiyi yersiniz hemen! Üstelik diyecekler ki, kendini hayvansever olarak tanıtmak için almış bir sokak kedisini kucağına, resim çektiriyor... Bu da olmadı. Halbuki severim kedileri...

Bir televizyonun yanında çektireyim diye geçirdim içimden. O da olmayacak. İşkolik diyecekler. Bir yapım şirketinde genel müdür yardımcısı oldu, hava atıyor; bu senin işin, niye en sevdiğin şey televizyon olsun ki, zevksiz adam, sıkıcısın işte...

***

Bilgisayarımla resim vereyim diye düşündüm. Ne de olsa günümün neredeyse 5-6 saati bilgisayar başında geçiyor. Iııh o da olmadı. Tabii, insanlarla iletişim kuramadığı için, ancak bilgisayarı sevebilir. Oysa ki bilgisayar benim hayatımda da önemli bir yer tutar. Evde baktığım çiçeklerim? Olmaz...

Duygusal adam pozlarına yatmış yine!

Spor yaparken... O da olmaz, çok tiki!

Kıyafetlerim... Olmaz... ne görgüsüz adam derler !

Yahu bende mi başkaları için yaşamaya başladım ne? O olmaz ne derler, bu olmaz ne demezler, bak ünlü olmanın bir de bu yönü varmış da bilmiyormuşum. Ben artık başkaları için yaşıyorum! (Yukarıda ismini saydığım ve sayamadığım bütün ünlülere selam olsun.)

Ama en sonunda buldum! Elele dergisinin Mayıs sayısında çiğ köfteyle çekilmiş resmimi göreceksiniz. Evet, çiğ köfte yerken. Hayatta en sevdiğim şeylerden bir tanesi... Çiğ köfte konusunda kimin diyecek bir şeyi olabilir ki? Hem belki, şu anoreksia dedikoduları da bir son bulur...

***

Önemli not: Sevgili psikiyatristim, seansları artık bitirmeye karar vermiştik. Ama bugünkü yazılarımı okuduktan sonra, sanırım bir 2 yıl daha seanslara devam etmem gerektiğini söyleyeceksiniz. Korkuyorum bu haftaki seanstan...

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken her Pazar günü mandolin kursuna giderdim.

Türkstar biter, Armağan doğru Hollywood’a gider

Geçen hafta bir gazetenin sayfalarını çevirirken, Milliyet Sanat Dergisi’nin reklamına gözüm iliştiğinde, gözlerime inanamadım. Derginin kapağında benim resmim vardı! ‘Yok canım’ dedim, ne alaka. Tamam popüler kültür mantarıyız falan ama, bu kadar da değil yani! Bir yandan da garip bir gurur duymadım da değil hani. Hemen sayfaya biraz daha yaklaşıp, ne sebeple beni kapak yaptıklarını okumaya çalıştım. Amanın, o da ne? Derginin kapağındaki benim resmim değil! Resim Mel Gibson’a ait.

Ama bu kadar mı benzenir yani? Neredeyse ikizim! Bakın dergiye, bana hak vereceksiniz. Şimdi ben ikide birde ‘Türkstar biter Armağan köyüne döner’ diyorum ya. Bundan sonraki hayatıma Hollywood’da da devam edebilirim! Eğer şöhretten başımın döndüğü bu günleri çok özlersem, ne yapacağımı buldum. Hemen Mel Gibson’ın menajerlik ofisine bir mail atacağım, tabii bir de resmimi ekleyerek. Belki Mel Gibson’ın dublörü falan olurum. Popüler kültür mantarlığını bir de Hollywood’da sürdürürüm... Oh be rahatladım. Yoksa korkuyordum bazıları gibi ben de bir gün şöhretli olamam diye...
Yazarın Tüm Yazıları