Hoşgeldin hüzün ve firar isteği

Çoğu zaman derin bir karamsarlığa sürüklüyor beni bu ülke... İçime kaçıp gitmek arzusu kök salıyor. Kaçıp gitmek... Nereye‘si belli değil de nedeni belli!

Bazen, bazen de değil çoğu zaman sindirilmesi güç, değişken gündemiyle bu ülke insanı öyle bezdiriyor ki...
Hiç mi insanın içine su serpen gelişme yok bu topraklarda diyecek olursanız, var elbet...
Var da bardağın dolu yanının habire gözümüze sokulup boş yanının habire örtülmek istenmesinden midir nedir, benim pimpirikli aklım gidip boşa takılıyor.
Boş boş bakmak neyse de boşa bakmak kadar berbat şey yok aslında.
İnsan baktıkça hırslanıyor, baktıkça hüzünleniyor, baktıkça söyleniyor.
Huysuz, vıdı vıdıcı ihtiyarlara benzeyip çıkmak işten değil.
Sadece değişken gündem de değil bu karamsarlığın nedeni.
Aslında say say bitmez uzun bir liste.
Hiçbir madde tüh denip geçiştirilecek türden olmadığına göre: Hoş geldin hüzün!
Değiştirecek gücün olmadığını gördüğünde de... Gelsin firar isteği.
Tamam da nereye?
/images/100/0x0/55ea5c1ef018fbb8f87ad684
ORTA HALLİSİ DE AYNI ZENGİNİ DE

Geçenlerde bir arkadaşımla, bir görüşme için Kayışdağı’na gidiyoruz. Küçükbakkalköy sapağından çıkıp Darülaceze’ye doğru sapıyor ve yaşadığı adadan ayrılan her aymaz gibi kayboluyoruz.
İstanbul’un orta yerinde, Yeditepe Üniversitesi’nin yanı başında gri, bedbin bir semt... Ne sokakta top oynayan tek bir çocuk ne balkonlarda tek bir çiçek... Çirkin ötesi diye tarif edebileceğim apartmanların camlarına yapıştırılmış ilanlarda ‘Satılık Lux Daireler’ yazıyor. Lüks burada yeni demek. Henüz bitirildikleri atılmamış molozlardan belli, binaların tümü lüks sınıfına giriyor ama sokak betermiş ama işçilik berbat, fark etmiyor...
Yol boyu içime hafakan bastıran ne diye düşünüyorum. Koyu bir yoksulluk olsa tamam ama değil... Yoksul bir semt değil burası. Orta halli insanların yaşadığı sıradan bir semt. Sonunda bana karalar bağlatanın mahalleyi tek bir istisna olmaksızın sarıp sarmalayan estetik yoksunluğuyla, insanların yüzüne sinmiş mutsuzluk olduğuna hükmediyorum.
Derken gideceğimiz adresi buluyoruz, derken görüşme bitiyor, derken hafakanları unutuyorum ve geri dönüyoruz.
Bu kez istikamet İstanbul’un batılı ve zengin yüzü...
Niyetim yeni açılan ve henüz gezme fırsatı bulamadığım Sapphire’e gitmek.
Binanın önünden yüzlerce kez geçmişimdir. İnşaatına başlanıp bitirilişine kadar adım adım yükselişini izledim sayılır. Tabanlıoğlu Mimarlık tarafından yapılan ve Avrupa’dan gelen birkaç önemli ödülle taçlandırılan ve benim de estetik bulduğum cam binanın önüne geldiğimizde, “Aaa o da ne?” Binanın ön cephesinde büyükçe marketlerde karşımıza çıkan ve satılan ürünler hakkında bilgi veren elektronik panoların benzeri dev bir pano, akıp giden kırmızı harflerle haftanın indirimli ürünlerini duyurmakta. Pes pes pes... Pes ki pes! Paranız var, İstanbul’un en iddialı binalarınıdan birini yapmaya soyunuyorsunuz, gidip iyi mimarlar buluyorsunuz, bina ortaya çıkıyor, açılıyor ve perakendecilik ruhu mu desem ne desem işe şeytan karışıyor ve güzelim cephenin orta yerine böyle bir pano çakılıyor. Estetik yoksunluğu dediğim de tam bu işte. Zihniyette. Ruhun derinliklerinde bir yerde.
Gene kaçıp gitme isteği...
Tamam da nereye?

BİR HAFTAYA ÜÇ FİLM YETER

Baktım gidip gideceğim yok, çareyi sanal kaçamaklarda buldum.
Uzakları anlatan kitaplara, filmlere, internet sitelerine, televizyon kanallarına sığındım.
Önce bir film: Moviemax Festival’de. Ohhh ruhuma sular seller serpiliyor çünkü beterin de beteri var misali film İzlanda’da geçiyor.
Başkent Reykjavik’ten uzakta kendi halinde bir balıkçı kasabası... Ve o kasabanın balıkçılıkla geçinen zengin ailesi... Baba ketum ve inatçı, anne rahmetli, analık desen anne hayattayken de babayla fingirdemiş öz teyze, Paris’te ticaret okumaya giden ama okulu bırakıp besteci olmaya karar verdiğini babasına söyleyemeyen genç oğlan, on yaşından beri babasıyla çalışan içe dönük ağabey, çığırından çıkmış abla, onun pısırık kocası ve varı yoğu kola içip oyun oynamak olan çocuğu... Tek bir otun bitmediği yaz ayları, az karlı kış ayları, buzlu geçen acımasız bir doğanın ortasındaki ıssız evde bir araya geliyorlar. İletişimsizlik, mutsuzluk, kaçıp gitme sevdası had safada. Kasvetli bir film hülasa. O kadar kasvetli ki insana iyi geliyor. İyi ki burada yaşıyorum diye düşündürtüyor. Katlanma duygusunu perçinliyor, kaçıp gitme sevdasına çare olmasa da listeden İzlanda’yı eliyor.
İkinci film: Kaybedenler Kulübü. Ruhuma hakikaten iyi geldi.
Üçüncü film: Çınaraltı. Yönetmen iyi, oyuncular iyi, yapımcı iyi, konu ilginç dee... Helva sası.
Dördüncü film: Aşk Tesadüfleri Sever. Şeker çok şeker.
Bir haftaya üç film yeter.

İNTERNET
Müthiş bir site geliyor ama adını bilmiyorum

Gelelim internet sitelerine...
Kaçıp gitmek isteyenlere tavsiyem boş zamanlarında nette dolaşmaları. Bırakın bir yerlere gitmeyi sokağa çıkmayı düşünmediklerinde bile. Uç uzak ülkeler, kıyı bucak şehirler, oda fiyatları, kurulan hayaller... En son odamda otururken Bali’ye gittim mesela ben. Gitsem nerede kalırımın cevabı: Adada bulunan Aman’lardan birinde. Ne zaman gitmelinin cevabı kolay: Yılın her hangi bir mevsiminde. Kiminle gitmelinin cevabı zor: Adı balayı adasına çıkmış bir kere. Pirinç tarlaları gezilecek, tapınaklar görülecek ve antikacılar arşınlanacak...
Oradan çıkıp Sri Lanka’ya uzandım: Beyaz eldivenli garsonların servis yaptığı dört kişilik teknelerde nehir gezintisi yaptım.
Oradan Hong Kong’a: Şehre kuşbakışı bakan Long Table’da yağmurun dinmesini bekledim ve muhteşem yemekler yedim.
Hep Türkiye’de bu tür sitelerin olmadığından sızlanırdım. Şimdi güzel bir haber muştulayım: Pek yakında pek iddialı bir gezi sitemiz olacak. Hayır ucuz otel fiyatı, uçak bileti filan sunmayacak bu site ama gidilmesi düşünülen şehri dört bir yandan kuşatacak... Site sahiplerine sormadığım için adını yazamıyorum ama açılır açılmaz söz, ilk işim duyurmak.
Ucuz kaçamak yapmak isteyenler için nette Fransız Atelier Voyage, Amerikan Jetline, Tripadvisor gibi yığınla site var. Macera arayanlar için de bir o kadar... Ama burnundan kıl aldırmayan, özel bir gezi yapmak isteyenler için nette bile adres az. Yeni gezi sitesini dört göz beklemem bu yüzden. İnsana şehri/ülkeyi içeriden anlatacaklar, size de neyi ne kadara istediğini seçmek kalacak.

KİTAP
Evliya’yı yeniden keşfettim


Geçelim kitaba: Son günlerde elimden düşmeyen kitap Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi, iyi mi?
Okumamış mıydım, okumuştum ama İz TV’de Evliya’yı İngilizceye çeviren Amerikalı bilim adamının Eminönü’nde onun izini sürdüğü belgesele rastladığımda okuduklarımdan tek kelime hatırlamadığımı anladım. Gittim kendime yeni baskı bir Seyahatname aldım. Şimdi altını çize çize okuyor ve fırsat buldukça üstadın sözünü ettiği yerlere gidiyorum. İstanbul bile bitecek gibi değil, bir de bunun ötesi var. Ne demişler? Yola çıktık bir kere!

TELEVİZYON
Bir hayal kurma enstitüsü


Yeni bir kanalımız var artık, yeni bir hayal kurma enstitüsü: Digitürk 117’de Travel Channel yayına başladı biliyorsunuz. Böylelikle Demet Sabancı Fashion TV’den sonra ikinci kanalı da açtı.
Kanalın başında Vahit Alpata var. Ve tüm ekip bildiğim kadarıyla dünyayı evimize getirme iddiasıyla yola çıktılar. Şimdilik programlarda hafif bir ürkeklik, hafif bir acemilik yok değil ama her yeni kanal bebek gibidir: Biraz emekler, ayağa kalkar, koşmaya başlar.
Fırtına gibi programlar bekliyorum onlardan. Şaşırtan, iştah kabartan, gidip görme isteği uyandıran.
Gezi kanalı dediğin de bu değil midir zaten? Bir tür hayal kurma enstitüsü, bir tür teşvik primi?
İzlersin, eğlenirsin, bilgilenir, öğrenirsin.
Boşa bakıp nereye diye sormak yerine...
Alıp başını gidersin!
Yazarın Tüm Yazıları