Hızına yetişemediğim zamanla hesaplaşma

Bu aralar durmadan zamanla didişiyorum. Onunla neden başa çıkamadığımı düşünüp duruyorum. Yine de bayram tatilinde iki kitap okumayı başardım. Biri Nedim Göknil’in Bodrum Bodrum’u... Diğeriyse bir gerilla kampında tam altı buçuk yıl esir tutulan Ingrid Betancourt’un yazdığı tüyler ürpertici ‘Even the Slience Has an End’ / Sessizliğin Bile Sonu Vardır...

Son zamanlarda her şeyi gecikerek yapıyorum.
Kitapları geç okuyorum örneğin. Yayınlanmalarından aylar, bazen yıllar sonra. Yazıları geç yazıyorum. Her iki anlamda da. Hep yumurta kapıya dayandığında. Yazacaklarım hep başkaları tarafından yazıldıktan sonra.
Toplanıp gidinceye kadar; görmek istediğim filmler vizyondan, izleyene kadar diziler ekrandan kalkıyor. Hoşuma giden sergiler kapanıyor. İlgilendiğim, yazılayım dediğim ne kadar kurs, seminer varsa bitiyor. Yeni açılan mekanlar bile ben gidene kadar eskiyor desem yeri.
Bu halimden hiç mi hiç memnun değilim elbette. Ama eninde sonunda bütün bunlar tadımı kaçıran, beni bağlayan gecikmeler. Bir de karşımdakileri bağlayanlar var ki, işte onlar başıma geldiğinde öyle bir yer yarılsın de içine geçeyim hissiyatı ki anlatılmaz...
Dakik olmakla övünen ben, randevularıma gecikir, iptal eder, kaçırır, unutur oldum. (Sibel Kutman’a ayrı bir özür borçluyum)/images/100/0x0/55ea534af018fbb8f8788bc8
Hadi diyelim ki sokağa yetişemiyorum. Evde de durum farklı değil.
Alışveriş son dakika, yemek son dakika, yatma, uyuma, uyanma hep son dakika. Faturalar gecikmeli ödeniyor, tamirat hep gecikmeli, çatı akmadan oluk temizletilmiyor, eskiyen, bozulan, aksayan ne varsa cana tak etmeden yenilenmiyor.
Kısaca hiçbir yere yetişemez, hiçbir şeyi yapamaz olup çıktım.

ASLINDA ZAMANIM VAR

Zamanım mı yok peki?
Yoo, haşa. Bu aralar fazlası bile olduğu söylenebilir.
Yıllardır dilediğim üzere geçiyor aslında şu sıralar zaman: Telaşsız, aheste... Ama sakin mi diye soracak olursanız, değil.
Anlaşılan o ki; ya ben hayatı geniş zamanda çekmeyi beceremeyen biriyim ya da zaman benim bildiğim zaman değil...
Göz açıp kapayana kadar akşam oluyor mesela.
Mevsimler daha çabuk geçiyor sanki.
Yıllar ben alışamadan eskiyor.
Ya da bana öyle geliyor.
Tam da zamanla didişir, onunla neden baş edemediğimi düşünürken karşıma Nedim Göknil’in ‘Bodrum Bodrum’ kitabı çıktı.
Şöyle yazmış Nedim, Everest Yayınlar’ından çıkan, alt başlığını MFÖ’den izin alıp, “Nasıl anlatsam... Nerden Başlasam” diye attığı kitabında:
“Pazartesiler neden hemen cuma oluyor? Bir gariplik var. Bilim adamlarının saat dediğimiz ve gün, ay, yıl diye saydığımız süreci bence yeniden gözden geçirmeleri gerekiyor. Kesin bir şeyler değişti. Bana kalırsa daha hızlı dönüyor dünya ve zaman sürat kazandı. Etrafımdaki tüm canlıların bu hıza ayak uyduramadıklarını izliyorum. Bitkiler yaprak dökmeden çiçek açmaya, yeşermeden solmaya, hayvanlar tüy dökmeden tüy çıkarmaya başladılar. Kediler mart yerine aralıkta miyavlayıp damlara çıkıyor, karıncalar yaz boyu tembel tembel oturup havalar soğuyunca çalışmaya başlıyorlar... Tek etkilenmeyen insanoğlu galiba.
Acaba?

BODRUM BODRUM DERKEN

Kitabın ilk sayfasında Nedim’in sadece Bodrum’u değil bir dönemi anlattığını anlıyorsunuz. Elbette işin içinde Bodrum’un dünü ve bugünü var. Göçüp gitmiş insanlara, geçip gitmiş değerlere, artık var olmayan bir dünyaya duyduğu özlem var. Geçip göçen o dünyayı geçirip göçerenlere duyduğu öfke var. Soru işaretleri var. Ünlemler var. İsyan var, hüsran var...
Bodrum Bodrum’u okurken aklıma nedense Zweig’ın Dünün Dünyası adlı kitabı geldi ve içim titredi: Oysa Nedim zeyrek adamdır ve hepimizi yakan badireyi bir yolunu bulup atlatacaktır. Bundan böyle yüreğine biraz daha kaygı, bakışına biraz daha hüzün siner belki... Kallavi bir küfrün diline yerleşeceğiyse kesin. Ama adım gibi emin olduğum bir şey varsa, o da kendinden yeni bir Nedim çıkaracağı ve bu ilk kitabın ardından yeni kitaplar yazacağı.

KOLOMBİYA’NIN CESUR KIZI

Kitap demişken bayram tatilinde okuduğum bir tanesi var ki, aklımda mıh.
‘Even the Slience Has an End.’/images/100/0x0/55ea534af018fbb8f8788bca
Sessizliğin Bile Sonu Vardır...
Yazarının adı Ingrid Betancourt.
Ingrid Betancourt Kolombiyalı. Öğrenimini Paris’te yapmış, orada evlenip çoluk çocuğa karışmış, el ense yaşamak yerine ülkesinin sorunlarıyla ilgilenmiş, politikaya girmiş ve sonunda kendini Kolombiya başkanlık seçimlerinin en güçlü adaylarından biri olarak bulmuş genç bir kadın.
Bela da tam bu noktada, geliyorum demeden gelmiş başına. Seçim gezisi için gittiği bir yerde ülkenin hal ve gidişatından memnun olmayan bir grup gerilla tarafından kaçırılıp, Amazon Ormanları’nın kuş uçmaz kervan geçmez bir noktasında altı buçuk yıl boyunca esir tutulmuş.
Yazarken bile insanın eli titriyor. Dile kolay yağmur ormanlarında geçen altı buçuk yıl. İşte kitap o yılların eleğin üstünde kalan kaba parçalarıyla, süzülmüş anılarından oluşuyor. Betancourt en büyük savaşını yaşamak için değil, insan olarak kalmak için verdiğini anlatıyor o yıllar boyunca.

DİKBAŞLILIĞI SORUN OLDU

Her sabah yapılan sayımda kendini numara olarak tanıtmayı reddetmiş örneğin. Birlikte kaçırıldığı insanlar yaşadıkları derme çatma barakalara dalan gerillları görür görmez ayağa fırlayıp; ‘ben bir-ben iki-ben üç’ diye sayıma katılırken o her seferinde ayağa kalkıp ismini söylemiş. Birçok kez kaçmaya yeltenmiş, her seferinde yakalanmış ve her yakalanışı fena halde cezalandırılmış. Üstelik sadece onu değil, onunla kaçırdıkları bütün tutsakları cezalandırmış tepesi atan gerillalar. Bu arkadaşlarıyla arasını açmış. Her gece hamaklarını gerecek ağaç için kavgaya tutuşan grup, koşullar bir de onun bu tür başkaldırışları yüzünden kötüleştikçe düşman kesilmiş. İyice kenara itilmiş, içine kapanmış, çıldırmamak için çok uğraşmış. Araya Fransa ve Sarkozy girip de serbest kaldığında yaşadıklarını anlattığı bölümü serinkanlı okumak mümkün değil.
Bu badirenin kendinden neyi götürdüğünü, ne kattığını şöyle anlatıyor kitabın bir yerinde: İnsanın bir çatının altında uyuması kadar güzel şey yok, diyor. Yürümek mesela, yürüyebilmek gibisi yok. İstediğin yöne, istediğin kadar gidebilmek. Evde kalıp kalmamaya, duş alıp almamaya özgürce karar vermek mesela. İstediğini yiyebilmek, ne yemeyeceğini seçmek mesela... Böyle sıralıp gidiyor.
Bunları okurken insan her gün hepimizin verdiği küçücük kararların aslında hayatımızı nasıl etkilediğini anlıyor. Gün boyu ağaca bağlansaydık, önümüze atılan bir avuç lapa için kavgaya tutuşsaydık, yıkanmak için tehlikeli sulara dalsaydık, açık havada böceklerle boğuşarak uyusaydık, kuşkusuz daha iyi anlardık o küçük kararların önemini.
Ben sevgi böceği yazarların, mutlu olma sanatı türünde yazdıklarındansa böyle bir kitap okumanın insana iyi geldiğini düşünüyorum.
Yaşadığı iki savrulmaya bakarak, ‘hayatım roman’ diyenlere şiddetle tavsiye edilir.
Yazarın Tüm Yazıları