Herkes sokaklardan geçip gidiyor

Güncelleme Tarihi:

Herkes sokaklardan geçip gidiyor
Oluşturulma Tarihi: Temmuz 18, 1999 00:00

Haberin Devamı

Füruzan yedi yıl süren suskunluğunu Sevda Dolu Bir Yaz'la bozdu.

1971'de yayımlanan ve derhal (1972) Sait Faik Hikaye Ödülü'nü kazanan Parasız Yatılı ilk kitabıydı: Hálá Füruzan parasız yatılı mı okudu, yoksa okumadı mı tartışması yapanlar var.

12 Mart dönemini anlattığı 47'liler adlı ilk romanı da derhal (1975) Türk Dil Kurumu Roman Ödülü'nü kazandı.

Ve özellikle o kuşak tarafından henüz unutulmuş değil. Diğer öykü kitapları, Kuşatma, Benim Sinemalarım, Gül Mevsimidir, Gecenin Öteki Yüzü... Bir romanı da Berlin'in Nar Çiçeği (1988) adını taşıyor. Yayımlanmış ‘‘araştırmacı röportaj’’ları var. ‘‘Redife'ye Güzelleme’’ bir oyun. Bir de çocuk kitabı var: ‘‘Türkiye Çocukları.’’ Şiirlerini unutmayalım, 1991'de yayımlanan ‘‘Lodoslar Kenti.’’ Eserleri birçok yabancı dile çevrildi, 1980'lerin sonunda çektiği ‘‘Benim Sinemalarım’’ filmi de ödüller aldı.

Ve 40'ını az ya da çok aşmışların ilk gençliğinin önemli yazarlarından Füruzan, yedi yıl aradan sonra, ‘‘Sevda Dolu Bir Yaz’’ ile yeniden okurlarının karşısında... Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Sevda Dolu Bir Yaz, onun söylediğine göre bir ‘‘Şarkılar Kitabı.’’ Ama şarkılar sadece sevinçli şeyleri çağrıştırmasın; bir anlamda da yitip giden birşeylerin ardından yazılmış bir ağıt gibi bu kitap. Yani İstanbul'un ardından...

Yitip gidenler; eski yaz bahçeleri, o bahçelerin içindeki evler, o evlerin insanları, o insanların kurduğu ve şimdi yaşayanlara inanılmaz gelen ilişkiler, hayat. Zaten bu yüzden ikinci ve üçüncü öykünün kahramanı küçük kız, Şemsigül Şehrazat Debrecenli, 90'lara geldiğinde o geçmişin gerçek olamayacağına inanmaya başlıyor. Ancak inandığında ve ismini değiştirdiğinde kurtuluyor geçmişinden, sebepsiz ağlamalarından.

Gerçekten de kitabın kapağını kapattığında insan, ‘‘Bunlar gerçekten olmuş olabilir mi?’’ diye sormaktan kendini alamıyor: Aşkına kavuşamayınca hayattan hiç hesapsız vazgeçen insanlar; bütün mahalleli, hep birlikte yaşanan acılar ve sevinçler; azınlık komşusuyla paylaştığı evin taşlığındaki Meryem Ana resmine saygıda kusur etmeyi aklından bile geçirmeyen dini bütün Müslümanlar... Rant savaşına ilk kurban gidenlerden Miltiyadi Aile Gazinosu, Şemsigül'ün kızdığında kaçtığı ağacı, ‘‘altın rengi kepçeciklerden değişik boylarda ak kesekağıtlarına aktarılan şekerler’’, eski Cumhuriyet Bayramları, alabildiğine süslü rüyalar... Bütün bunların bildik şeyler olduğunu; Füruzan'ın nostalji yaptığını da sanmayın. Hele umutsuz, hiç değil. ‘‘Ben gördüğüm şeyleri tanımlamaya çalışıyorum’’ diyor. Özellikle gözden kaçırılan, şöyle geçip giden insanları önemsiyor. Çünkü hayatı asıl onlar sırtlarında taşıyorlar. Onları tanımanın, belki kendimizi eleştirmek için de bir ayna olabileceğini düşünüyor. ‘‘Hayatı son derece alçak gönüllü yaşayan ve ölümleri de sessizce kabul eden bu insanlara karşı büyük bir dikkat gösteriyorum. Benim de burjuva karakterlerim var; ama on tanesinden fazlasını anlatamazsınız. Hepsi aynıdır. Diğerlerinin ise her biri ayrı öyküdür.’’ Ve o öyküleri öyle anlatıyor ki, insan ‘‘Bütün bunlar sahiden olsaydı’’ diye geçiriyor içinden.

Anlattığınız İstanbul sanki geçen yüzyıldaymış gibi. Oysa sadece 30-40 yıl öncede. Neden bu kadar uzak?

- Türkiye'de, özellikle İstanbul'da, müthiş bir dinamizm olduğu, herşeyin çok hızlı değiştiği söyleniyor. Evet herşey çok hızlı değişiyor ama acaba bu dinamizm mi, kaos mu? Dinamizm daha pozitif bir anlam içeriyor. Bence inanılmaz bir kaos da var. Bir kent hiçbir zaman, hiçbir ülkede bu kadar hızlı değişmez. Bu değişmeyi insanlarla birlikte görüyoruz. Çoğunda bir açgözlülük var. Hem kendilerini, hem hayatı, hem kenti tüketiyorlar. Bu tüketimin yerine ne koyuluyor, sorusu çok önemli. Çok gelişmiş plazalarımız var. Ama düşünce üretiminde neredeyiz? Bilgi çağına girdik; biz bu bilgiye ne katıyoruz? Dünya tarihine, bizimle ilgili hangi bilgiler kayıt olarak geçiyor? O kayıtlarda Türkler olarak bir bahis var mı, bilmiyorum.

Şemsigül Şehrazat neden o güzel geçmişinden kurtulmak istedi?

- Evinde o kadar korunaklı ve hoş bir biçimde yaşıyor ki. Bir sevgi sarmalında. Acılardan hep uzak tutuluyor. Adını değiştirdiğinde bunun dışına çıkıyor, çünkü onların gerçekliğine inanamaz hale geliyor. Bu belki de ilkokul birde başlıyor; öğretmen adı söylendiğinde cevap vermemesine çok kızıyor, ‘‘sen adını bilmiyor musun’’ diye. Oysa ona evde hep ‘‘canım, biriciğim’’ diye seslenilmiş. Öyle bir dönem yaşıyor ki, bu insanlar ona neredeyse düş kavramları gibi görünüyor.

BUGÜNDEN BAKINCA SAFTILAR

O yüzden, ‘‘Olanlara, yaşanan o tuhaf aşklara, tutkulu arkadaşlıklara, hatta bütün bu geçmişin gerçekliğine inanmak giderek güçleşiyor artık, olanaksızlaşıyor benim için’’ diyor. Siz de böyle mi hissediyorsunuz?

- Ben kendimi birşeyden koparmış değilim. Ülkeme bağlıyım. Türkiye'de çok az olan iyi şeyler beni sevindiriyor, çok olan kötü şeyler üzüyor. İstanbul'la ilgili büyük üzüntüler duyuyorum. Bir insanlık mirası olan İstanbul, ranta dönüşebilecek hiçbir şeye direnemiyor. Herşeyi rant olarak görürseniz korkunç sonuçlara varırsınız. Paranın bu kadar egemen olduğu bir zaman, insanlık için ilerletici değildir. Para insanın hizmetinde olabilir ama insan paranın hizmetinde bu kadar nasıl oluyor, bu ciddi bir soru.

O dönemde yaşayan insanlar, sizin kahramanlarınız gibi saf (Temiz, arı) mıydılar gerçekten?

- Bugünden baktığınız zaman saftılar. Çünkü onların kurnazlıkları bile o kadar başkasını yaralamayan şeylerdi ki...

Hiçbir şey kalmadı mı o günlerden?

- İnsanlar hayatı, hayat da insanları değiştiriyor. Ne kalmış olabilir? Ben bazen Anadolu'da imza günü yapıyorum. Kentleşmenin tam olmadığı yerlerde bu tür insanlara rastlıyorum.

İstanbul için bitti herşey, öyle mi?

- Öyle birileri varsa da herhalde iyi değil aptal diye niteleniyorlardır. Biz bunu becerdik, böyle algılanmasını sağladık. Aileler çocuklarına dürüst olmayı öğretir. Çocuklar büyüyünce çelişkiye düşüyor; doğru bunlar ise yanlış hangileriydi, diye. Kaosun birinci basamağı bu. Her zaman herşey çok dışsal algılanıyor. Gülten Akın'ın harika şiirinde dediği gibi; ‘‘kimsenin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya...’’ Bugünlerde bu bu kadar doğru olabilir. Hatta belki de kimsenin ince şeylere gereksinimi kalmadı. Geçenlerde Kompozitör Yalçın Tura'nın bir konuşması vardı. Macaristan'da yaptığı çalışmaların ne kadar ilgi gördüğünü söylüyordu. Bunları biz duymuyoruz, Yalçın Tura'yı tanımıyoruz. Aklıma Kamuran İnce de geldi mesela. Bazı insanlar mükemmel şeyler yapıyorlar ama bu kalabalığa iletilmiyor.

Yalçın Tura'yı, Kamuran İnce'yi tanımayan genç kuşak, sizi tanıyor mu?

- Bunu bilmiyorum. Zaten beni ilgilendirmiyor. Ama benim 72'den beri kitaplarım daima var, tekrar basımlar yapılarak piyasada bulunuyor.

BİR DÖNERSİNİZ ARKANIZDA YOK

İstanbul'un yitip giden değerleri arasında azınlıklar da var. Kitaptaki yerlerini hakettikleri kadar almışlar. Onları nostalji yaparak mı yoksa vefa duygusuyla mı yazdınız?

- Bu bir nostalji kitabı değil. Nostalji 20 yıllık arayla bir aranma duygusudur. Bu şehir için 20 yıllık bir şans yok. İki yıl sonra bulamazsınız, bazen bir dönersiniz arkanızda yoktur artık. Bu şehirde benim de anılarım var elbette. Onlarla ortak bir yaşama vardı. Politikalar ortaya çıkmıyordu pek.

Kitapta rüyalar da önemli bir yer tutuyor. Neden bu kadar süslüler?

- Şemsigül Şehrazat -İnadına söylüyorum, çünkü adını duyunca çok kızıyor- çok sesli, hoşluk olsun diye uğraşılan bir evde büyüyor. Bahçeyle yaşadığı bir serüven var. Ve rüyaları, yarım anlatımları tamamlayan rüyalar. En çok Miltiyadi Aile Gazinosu'ndan etkileniyor. Orada gerçekten bir çocuğun düş kurması için herşey var. Bir çocuk oradan yola çıkarak istediği kadar süsleyebilir rüyalarını.

Bu insanları çok kıskandım. Biz onların sahip olduğu hiçbir şeye sahip değil miyiz?

- Evet, Miltiyadi Aile Gazinosu yok! Mısır Apartmanı duruyor ama eskisi gibi değil. Şehirde arsalar da yok. Canbazlar yok. Çocuklar için toplu yaşama terbiyesi gitti. Kenti yaşayamıyor kimse. Herkes sokaklardan geçip gidiyor. Sadece işhanları var. Sonsuz işhanları. Ben bundan çok ürküyorum. Elinize verilen şeyin değerini öğrenmediğiniz sürece çapulculuk yapmanız son derece kolay olur.

Şarkılar kitabı

Neden yaz ve bir kız çocuğu?

- Yaz ve kız çocuğu; küçük kız (Şemsigül Şehrazat) öykünün birinde diyor ki, ‘‘Öbür yazları bana anlattılar ama onlar benim yazlarım sayılmaz.’’ O kendi gördüklerinin peşinde gezen biri. Ve çocuklar çok hoş aynalardır; tertemizdirler. Çok öğretilmemiş ve terbiye edilmemişlerdir. Dikkatleri son derece tarafsızdır. Bu kız da öyle. Ve mevsimlerin hepsini kendi bedeninde, düşüncesinde algılıyor, geliştiriyor.

Neden daha çok kadınlardan oluşan bir dünya ve neden bu kadar hüzün?

- Bu kadınlar, aynı zamanda şarkıların ve hüzünlerin de kadınları. O döneme ait şarkıları yeniden dinledim, onlarla çalıştım. Öyle garip ki bütün o sözler onların hayata ait söylemek istediklerinin aktarıcısı. Bütün kitabın şarkılar kitabı olmasının nedeni de o. Bu kadınlar güzelliklerini 50'lerde, 60'larda paraya dönüştürmeyi hiç düşünmemişler. Sadece biri, en küçüğü için böyle bir proje tasarlıyorlar.

Ve istanbul...

- Bu tür insanları içinde tutan onlara barınak olan bir İstanbul var. Tanıdığımız sert İstanbul değil bu.

Füruzan kitabının yayımlanmadığı yedi yıl boyunca boş durmadı. Üzerinde çalıştığı bir roman ve senaryonun dışında, 1997'de Almanya'ya gitti ve daha önce yazdığı şeylerin 20 yılda nasıl değiştiğini gözledi. Yeni Konuklar (1977) ve Ev Sahipleri (1981) için yeni önsöz yazdı: ‘‘20 yıl sonra Almanya'daydım ve beni tanıyan işçiler oldu. Müthiş bir karşılaşmaydı. Almanlar Kore'den çok ucuza alıyorlar çeliği artık ve Ruhr'daki kömür yataklarını kapatıyorlar, pek çok kişi işsiz kalıyor.’’

Fotoğraf: Yusuf UÇAK

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!