Her lokmayı taşra usulü kör gözüm parmağına sunuyorlar ama yemekler müthiş

Tam çıkacağım, telefon.

Buluşacağım arkadaşım gelemeyeceğini söylüyor. Yerdeki gazeteyi almak için eğilmiş, bir daha da dikilememiş. Bir yandan acil şifalar diliyor, bir yandan çevremde sağlıklı insan kalmadı diye söyleniyorum. Paltomu çıkartmaya bile yeltenmeden telefon defterini karıştırıyorum. Ne yapmalı, yerine kimi çağırmalı? O olmaz, bu olmaz, onu yazdım, bu çıkmaz. Şu kasvetlidir (sıkar), bu molladır (yorar), beriki acılıdır (dağlar).

Eleme. Aslında aradığım bir hercai menekşe. Boş olacak, yarım saat içerisinde hazırlandığı gibi benimle buluşacak. Nerdeee? Vazgeçiyorum. Peki ne yazacağım?

Şıklar belli:

a) Bu hafta yazılmayacak.

b) Hazır dansözle bir fotoğrafım var; Nurçin’in, Gallavi’de kutladığımız yaş günü anlatılacak.

c) e-maillere bakılıp oradan bir yazı kotarılacak.

d) Strasbourg’a uzanılacak.

e) Hepsi.

A, olmaz. İki hafta mola vermişsen, olamaz.

B için Nurçin’e danışmak gerek. İster mi istemez mi? O da yetmez, diğerleri de var. Tamı tamına otuz beş kişi.

C, haftanın her günü yazanların hakkı.

D’nin derdi ayrı.

E?

Tamam, hepsi.

Aslında bir yerlere gitmeye bayılıyor ama döndükten sonra oralardan söz etmekten hoşlanmıyorum. Oralardan yazmamam, üşenip yanımda götürdüğüm bilgisayarın kapağını açmamam da bundan. Yad ellerde beni müthiş heyecanlandıran bir şey, bir diğeri için anlamsız olabilir. Herkesin serüveni kendinedir.

Geçen yıl Hindistan’da tek başıma dolanırken, buralar anlatılmalı duygusuna kapılmıştım. Udaipour yakınlarındaki Jain Tapınağı’nı görmek için git git bitmez yollardan geçmiş, dağ, tepe, koyak aşmış sonunda ancak huzur sözcüğünün somut karşılığı diye tanımlayabileceğim mermer bir mabede varmıştım. Bir iki rahip, uzaklardan, çok uzaklardan geldiğini söyleyen alaca sarileri içinde bir iki yalınayak Hintli, gölgesinde serinlediğiniz ağaçların dallarında zıplayan ve geriden gelen dua seslerine saygı gösterircesine çığlık atmayan yüzlerce maymun. Tapınağın her biri birbirinden farklı sütunları arasında dolaşırken burayı yazmalıyım demiştim. Yazmadım ama bir süre sonra oralara gittiğini bildiğim birilerine yollarını Ranakhpour’a düşürmelerini hararetle tavsiye ettim.Ve şimdiye kadar kimseden işitmediğim azarı onlardan işittim. Neymiş? Benden bunu beklemezlermiş. Doğru dürüst yemek yiyecek bir yer bulamamış, doya doya alışveriş yapamamışlar. Üstelik yol boyu ‘Vahşi Hayatı Koruma Alanı’ levhalarını gördükçe, korkmuşlar. Böyle yerlere gitmemek gerekirmiş. İsteyen, Discovery Channel’ı izlermiş. Bir serzeniş ki sormayın gitsin.

Fas yolculuğu sonrası da aynı şey oldu. Kimileri Marakeş’i fazla turistik, kimileri Fez’i feci pis buldu. Oralara kadar gideceğime Samanpazarı’na giderim diyenler de cabası.

Dediğim gibi çıkılan her yolculuk, kişiye özel. Allanmamalı, pullanmamalı asla ve kat’a anlatılmamalı.

Ama serde atalet varsa, yazılar yedeklenip saklanmıyorsa, dönüş saati yazı günüyle çakışıyor, bir sonraki hafta buluşacağın arkadaşının da beli çıkıyorsa. Yapılacak bir şey yoktur. Paris’i de yazarsın, hızını alamayıp Strasbourg’a da uzanırsın.


Hani kıyıda kalan her şehir bir yerin incisidir ya, Strasbourg da Alsace’ın incisi. Ve Fransızdan çok bir Alman şehri. Tarih boyunca iki ülke bu yüzden çatışmış, şehir kimi zaman birinin kimi zaman diğerinin sınırları içerisinde kalmış.

Bir yanda Vosges sıradağları, diğer yanda Karaormanlar, ortada da Ren Vadisi var. Şehir vadiye kurulmuş.

Heybetli bir katedralin yükseldiği güzel bir meydan, yaya yollarıyla örülü şirin mahalleler, çok iyi olduğu söylenen iki üniversite, her ayın bir haftası orada toplanan Avrupa Parlamentosu, terazi biçiminde inşa edilmiş Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, biraz daha ileride sanat programları ile ünlü Arte televizyonu.

Orangerie denilen, bahar aylarında binlerce çiçekle renklendiği söylenen geniş park. İstisnasız bütün pencerelerin önünde sardunya saksılarının olduğu, dik çatıları, sıvalarının üzerinden geçen putrelleriyle yana yana dizilmiş şirin evler. Ve kanallar. Ve köprüler ve kanal boyu yürüyüş yapan zengin Strasbourglular. Trafik yok denecek kadar az. Ne korna sesi ne hava kirliliği. Nasıl demeli, orta ölçek bir Avrupa şehri işte: Temiz, düzenli, uygar. Tutucu ve sıkıcı.

Saat sekiz oldu mu el ayak çekiliyor, kepenkler iniyor.

Süm, sekiz aydır orada. Memnun gibi. Ankara’da politika, İstanbul’da para, burada da yemek konuşuluyor diye Strasbourg’u özetliyor.

Gerçekten de Alsace, Fransa’nın en iyi yemek yenen bölgelerinden biri. Beyaz şarapları nefis, neredeyse her köşebaşında anlı şanlı şeflerin lokantaları. Bol yıldızlı.

Ünlü mü ünlü Route du Vin, Strasbourg’u çevredeki küçük kasabalara bağlıyor. Yol üzerinde göz alabildiğine bakımlı bağlar. Durup tatmak, istenirse satın almak mümkün.

Michelin’in ünlü rehberini ya da Relais-Chateau zincirlerini gösteren bir diğerini incelediğinizde çevrede gerçekten de mükemmel yemek yenilebileceğini görüyorsunuz.

Hiçbiri ucuz değil ama fiyatlar Paris’teki gibi uçuk da değil.

Bir akşam giyindik kuşandık, Fadik’in yaş gününü kutlamak için, Süm’ün daha önce gittiği ve çevredeki en iyi lokanta olduğunu söylediği Relais de la Poste’a gittik. Şefin adını unuttum ama yediklerimizin tadı hálá damağımda.

Strasbourg’dan çıkıyor, kıyı mahalleleri geçtikten sonra lokantaya varıyorsunuz. İki katlı rustik bir bina. Girişte kolalı peçetelerini kollarından sarkıtan bir garson ordusu tarafından karşılanıyor ve şimdiye dek görmediğim sertlikteki beyaz örtü serili masanıza geçiyorsunuz. Güzel bir yer mi? Değil. Ne o kocaman cam vazoların yöreye özel, boyama ahşap dolaplarla ilgisi var ne devasa Çin heykellerinin o alçak tavanlı mekanla. Olduğu gibi bırakılsa, iddiadan çatlanmasa daha iyi olurmuş. Bütün bu ayrıntıları görmezden gelmek mümkün eğer o şaşaalı ve handiyse itici karşılama olmasa.

Yerinize oturmanızla, o garson ordusu çevrenizi sarıyor.

Yemek seçmek için maitre-d’hotel’in uzun açıklamalarını dinlemek zorundasınız.

Şarap için de somellier’nin önerilerini.

Bütün bunlar bittikten sonra da işkence bitmiyor. Şefin ardı ardına yolladığı tadımlıkların ne olduğunu anlatmak için şişman bir sarışın başınıza dikiliyor ve ders verir gibi bir dikişte içtiğiniz veloute’un, beyaz şarap buharında pişirilmiş tere yaprağı, bir kaşıkta yuttuğunuz somonun dereotu yatağında dinlendirilmiş ve Kolombiya biberi ile tatlandırılmış Norveç somonu, karides tempuranın şu, bunun bu olduğunu açıklıyor.

Ismarladıklarınız geldiğinde de aynı seremoni devam ediyor.

Gene de hakkını vermek gerek. Belki insanı rahat bırakmıyor ve her lokmayı taşra usulü kör gözüm parmağına fazla alayişle sunuyorlar ama yemekler müthiş.

Kendi payıma, orada yediğim kurbağa bacağı kadar leziz kurbağa bacağı yemedim. Hep kurbağa bacağı mı yersin diye sormayın. Elbette değil. Ama severim.

Cabillaud -bu balığın Türkçesini bilmediğim gibi, Türkiye’de olup olmadığını da bilmiyorum- olağanüstüydü.

Ama o tatlı yok mu o tatlı? Onun için ölünür.
Yazarın Tüm Yazıları