Hasta yatağımda fikrim geldi

“BEN olsaydım...”

Hayatta en manasız laflardan biridir.

Yanı başınızdaki hemen lafı çakar:

“Sen olsan ne yazar kardeşim...”

“Ayrıca sen kimsin...”

* * *

Şu sıralar, atamadığım gripten yatağa çakılmış, zihni, sinsi bir ateşten bunalmış, melankolikliğin sınırlarında dolaşan, bir nekahet adamıyım.

Grip, yalnızlık, beni ben yaptığına inandığım bazı hallerimdeki umutsuzluk...

Hepsini birbirine ekle, geriye ne kalıyorsa, hepsi bir araya gelip, beni, müesses nizamı berhava etmeye ant içmiş bir 19’uncu yüzyıl nihilistine çevirdi.

Kafam durmuyor, beni ilgilendirmeyen abuk sabuk işlere takıyorum.

Mesela şu Hürriyet’in yeni binasına taşınma projesine...

* * *

“Ben olsaydım...” diyorum, bundan istifade, Türk basınının müesses oturma nizamını yıkacak acayip bir şey yapardım.

Mesela Tim Burton’un, “Alis Harikalar Diyarı”nda filminin dekorlarını tasarlayan kimse, onu çağırırdım ve derdim ki:

“Kardeşim, ben bu binada, 21’inci yüzyılın medyasını yaratmak istiyorum. Yeni bir ‘Hürriyet dünyası’ kurmak istiyorum. Bana öyle bir bina tasarla ki; bir tavşanın peşinden bu dünyaya giren insan, yeni bir harikalar diyarında yaşasın, öyle düşünsün, öyle tasarlasın...”

Yine desin ki:

“Bana öyle bir Hürriyet dünyası kur ki; insanlar artık yepyeni bir dünyanın başladığını, eski usullerle iş yapmanın mümkün olmadığını, yeni, yepyeni şeyler düşünmek gerektiğini hissetsinler.”

* * *

“Ateşli sayıklamalar” diyeceksiniz... Uçuk kaçık şeyler...

Haklısınız. Ateşli sayıklamalar. Artık hiçbir sorumluluk taşımayan bir insanın mega fantezileri...

Evet... Ama bir de şunu düşünün.

İşyeri tasarımlarımız, 20’nci yüzyılın ikinci yarısından bu yana, çok az değişti.

“Mad Men” dizisine bakın. 1950’leri, 60’ları anlatıyor. Yarım asır öncesini yani. Orası da bir medya kuruluşu.

Bugün değişen ne var...

Sadece teknolojinin getirdiği bazı yenilikler. Bir de iğreti spor salonları...

Ya gerisi...

Hâlâ yaratıcılığı öldüren, kapıdan giren insanı, her sabah Kafka’nın sefil bürokratına, yaralı böceğine çeviren, hepimizin kollarına görünmeyen kolluklar, başımıza o klasik lastikli memur başlıklarını geçiren kahredici, öldürücü müesses çalışma nizamı kimin eseri?

Statükocu bizlerin; korkak ve “müşteri velinimetimdir duygusuyla yaşayan” mimarların...

Yani hayatında bir kere dahi ateşli sayıklama nöbeti geçirememiş korkak, idameci zihinlerin değil mi...

* * *

Bileğimde, geçen yıl sonunda Atlanta’da Martin Luther King’in anıt mezarında aldığım mor bir bileklik var.

Jimi Hendrix’in “Purple Haze”ı, Prince’in “Purple Rain”i. Üzerinde “I had a dream” yazıyor.

“Bir rüya gördüm...”

İşte öyle bir rüya görüyorum.

Cesur bir nesil geliyor. Yıkım müteahhidi bir nesil.

İşyerlerimizin klasik mobilyalarının üzerinden, Tim Burton kadar çılgın fikirlerle geçip gidiyor.

Olağanüstü bir yağmur ormanından geçip, çalışma mekanımıza geliyoruz. Karşımızdaki duvar New York’taki Hollister mağazasının ön fasadı gibi, Lara Plajı’ndan, Sedir Adası’ndan 24 saat canlı yayın yapıyor. Çalıştığınız binanın her katı ayrı bir konseptle tasarımlanmış.

Ve mekânların da mevsim geçişlerinin olabileceğini hayal edin...

Biraz hayal edin... Yanı başınızda tropikal bir dünya...

Bizi, her gün durmadan önündeki kâğıtlara tampon vuran makineler haline getiren bu mekânlar tarumar olmuş.

* * *

Aklıma, 30 yıldır unutamadığım Blade Runner filmi geldi.

Bir kere daha anladım ki;

Toplumların fikri intiharı, bu filmdeki gibi, önce yaratıcı düşüncenin çalıştığımız mekânlardan kovulmasıyla başlıyor.

Gri bir toz nebulası üzerimize dökülüyor ve hepimiz onun altında kalıyoruz...
Yazarın Tüm Yazıları