Halil Bey sadrazam olsaydı karısınıdövdü diye bir araba sopa yemişti

Tarihimizdeki en tanınmış "kadın dövme" hadisesinin kahramanı, Kanuni Sultan Süleyman’ın veziriázamı ve kızkardeşi Şah Sultan’ın kocası olan Lütfi Paşa idi. Şah Sultan, 1541 Nisan’ında zina ederken yakalanan bir kadının cinsel organının dağlanması üzerine kocasına "Bre zalim herif!" diye bağırmış,

Lütfi Paşa da sinirlenip karısını tokatlamış ama konakta ne kadar hizmetkár varsa hepsi gelip "Sultanımıza el kaldırırsın haaa?" diye Paşa’ya temiz

bir meydan dayağı çekmişlerdi. Paşa’nın cezası bu kadarla da kalmamış, azledilip sürgün edilmiş ve Dimetoka’da sürgünde ölmüştü. Kanuni’nin veziriázamı olan Lütfi Paşa, makamına güvenip karısına el kaldırdığı için işte böyle bir ákıbete uğradı. Paşa’dan tam 465 sene sonra "Ben de milletvekiliyim" deyip dokunulmazlığına sığınarak hanımının şakağını morartan Halil Ürün’ün macerasının nasıl noktalanacağını ise, hep beraber göreceğiz.

KONYA’nın AKP’li milletvekili Halil Ürün, hayatına giren ikinci yahut üçüncü bir kadın yüzünden eşi Esma Hanım’la tartışmış, tartışma sırasında dokunulmazlığını hatırlamış, "Ben milletvekiliyim" diye haykırıp evrak çantasını kadıncağızın kafasına geçirmiş, sonra hızını alamayarak yumrukla sol şakağını morartmış ve sağ elini de ezivermiş!

Halil Bey’in hanımı tarafından karakola resmen şikáyette bulunulduğu için artık kamu davası halini alan bu dayak macerası hakkında şimdi AKP’nin tepkisini beklemeye başladık. İşte, bu bekleme sırasında sizlere tarihlerimizin en meşhur "kadın dövme" hadisesini hatırlatmak istedim: Veziriázam Lütfi Paşa’nın, karısı Şah Sultan’a el kaldırmasını ve sonrasını...

Lütfi Paşa, Kanuni Sultan Süleyman’ın hem veziriázamı, hem de hükümdarın kızkardeşi Şah Sultan’ın kocası, yani Kanuni’nin eniştesidir. Veziriázam Ayas Paşa’nın 1539’un 13 Temmuz’unda vebadan can vermesi üzerine veziriázamlığa yani başbakanlığa getirilir ama bu makamda sadece iki sene kalır ve azledilir. Azlinin sebebi ise siyasi bir mesele değil, karısına el kaldırmaya kalkışmasıdır ve hadisenin ayrıntıları da bugüne 16. asrın meşhur allámesi Gelibolulu Mustafa Áli’nin yazdıkları sayesinde gelecektir.

SERT VE KİBİRLİ

Devlet adamlığının yanısıra tarihçi olan ve "Asafnáme" isimli bir tarih kitabı kaleme alan Lütfi Paşa, hususi hayatında sertliğiyle, kibiriyle ve kendiği beğenmişliğiyle tanınmaktadır.

1541 Nisan’ında bir gün, Paşa’nın huzuruna, zina ederken yakalanan bir kadın getirirler. Paşa "Bre kahpe! Bu işin haram değil midir?" diye haykırır, sonra daha da hiddetlenir ve kadının cinsel organının bir rivayete göre dağlanmasını, bir başka rivayete göre de bıçakla oyulmasını emreder. Verdiği emir ne dinde, ne de o devrin kanunnamelerinde vardır ama hemen yerine getirilir ve kadın cezanın infazı sırasında ölüverir.

Paşa akşam konağına döner, hareme geçer ve karısı Şah Sultan’a o günkü marifetini ballandıra ballandıra anlatmaya başlar. "Halkın namusunu nasıl da koruyorsun Paşam, afferin sana!" gibisinden bir takdir beklemektedir ama tam tersi olur ve Şah Sultan avaz avaz "Senden önce gelen vezirlerin hangisi kadınlara karşı böyle bir ceza verdi? Kimden öğrendin de bu işi ettin?" diye bağırır. İstifini bozmayan Lütfi Paşa’nın "Bundan böyle yakalanan her fahişe aynı cezayı çekecek" demesi üzerine Şah Sultan’ın sinirleri iyice tepesine fırlar ve "Seni zálim! Seni inatçı! Seni edepsiz herif!" diye çığlık atmaya başlar.

İşittiği hakaretler Paşa’nın kanına dokunur, karısını susturmaya çalışır fakat beceremez ve Nisa Suresi’nin 34. ayetindeki "Dövünüz!" emrini hatırlayıp Sultan’ın suratına okkalı bir şamar aşkeder.

Ama, Şah Sultan’ın padişah kızı olduğunu unutup el kaldırmakla büyük hata yapmıştır!

UŞAKLARDAN DAYAK YEDİ

Yediği tokat Şah Sultan’ı daha da celállendirir, "Benim gibi bir hünkár kızına el kaldırırsın haaa? Seni ahláksız"! deyip feryáda başlar, konakta ne kadar haremağası, hizmetkár ve uşak varsa hepsini çağırır, "Vurun şu mel’una!" diye emredip kocasına güzel bir meydan dayağı çektirir. Gayet uzun süren dayak faslından sonra hırsı hálá geçmeyince, her tarafı mosmor olmuş Paşa’yı önce kapıdışarı eder, sonra hemen kardeşi Sultan Süleyman’ın huzuruna çıkar, hüngür hüngür ağlayıp "Benim kocam, senin de vezirin olacak deyyus bana el kaldırmaya cür’et etti. Herifi ben tepeledim ama sen de tepele!" der.

Gazaba gelme sırası bu defa hükümdardadır: Kanuni Süleyman, kızkardeşini Lütfi Paşa’dan hemen boşatır, Paşa’yı veziriázamlıktan atıp Dimetoka taraflarındaki bir çiftliğe sürgüne yollar, üstelik nikáh sözleşmesinde geçen ve "mihr" denilen tazminat için Paşa’nın mallarını sattırır ve satıştan gelen paraları da Şah Sultan’a verir. Şah Sultan bir daha evlenmeyecek ve büyük bir şeyhe mürid olup hayatını hayır işlerine vakfedecektir.

Lütfi Paşa, "Asafnáme" isimli eserinde azledilmesi meselesini "İkiyüzlü ve kötü niyetli bazı herifler aleyhimde dedikodu yaptılar" sözleriyle geçiştirecektir. Paşa, yediği dayaktan ise hiç bahsetmeyecek, "Kadınların hilelerinden kurtulabilmek ve onlara mağlup olmamak için gönül rahatlığıyla çiftliğimde inzivaya çekildim ve Allah’a dua etmekle meşgul oldum" diye yazacaktır.

Kanuni’nin veziriázamı olan ve makamına güvenip karısına el kaldıran Lütfi Paşa’nın dayak macerası ve ákıbeti işte böyle... Paşa’dan tam 465 sene sonra "Ben de milletvekiliyim" deyip dokunulmazlığına sığınarak hanımının şakağını morartan Halil Ürün’ün bu dayak macerasının nasıl noktalanacağını ise hep beraber göreceğiz.

METRESLER NEREYE GİTTİ?

Ama, gazetelerin günlerdir birinci sayfalarını işgal eden bu dayak hadisesiyle ve benzeri olaylarla ilgili haberlerde geçen yeni bir ifade biçiminin nereden çıktığını sormadan da edemeyeceğim:

Merak ettiğim ifade, artık sık kullanır olduğumuz "erkeğin hayatındaki başka kadın" sözü...

Evli bir erkeğin eşinin haricinde ilişkide bulunduğu diğer kadınlara bizde eski zamanlarda "máşuka", sonraları da "metres" denirdi ve günlük konuşmada "erkeğin hayatındaki başka kadın" gibisinden uzun ifadeler değil, sadece "metres" sözü geçerdi. Meselá "Ahmet başka bir kadınla ilişkiye girmiş" değil, "Ahmet metres tutmuş" derdik. Böyle haberler çok değil, 20 sene öncesine kadar gazetelerde "metresini dövdü", "metresiyle basıldı", yahut "metresini doğradı" gibisinden başlıklarla verilirdi.

Sınıf atladık ve "zina""düzeyli beraberlik" yaptık diyelim... Ama çapkın bir romantizm ve biraz da tehlike kokan "metres" sözü nerelere gitti dersiniz?

Yusuf Hoca ile aramızdaki tartışmada üçüncü kişilere başka şey düşer!

İKİ hafta önce, Türk Tarih Kurumu’nun Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun Nisan ayında yayınladığım "Talát Paşa’nın Tehcir Belgeleri" başlıklı dizimle ilgili olarak bir gazeteye verdiği demeçte "Bardakçı popüler kalabilmek adına bunları yapıyor" şeklindeki sözüne cevap vermiştim. Yazımda, Tarih Kurumu’nun artık sadece Ermeni meselesiyle ilgili yayın yapar bir hál almasını da eleştiriyordum.

Geçen hafta, Yusuf Bey’den yazılı bir açıklama aldım. Prof. Halaçoğlu, demecinde "Bardakçı popüler kalabilmek adına bunları yapıyor" diye bir ifade kullanmadığını, "Sayın Bardakçı, popüler tarihin bir gereği olarak bu evrakı yayınlıyor" dediğini söylüyor; sonra "Yaptığınız yayına saygı duyuyorum. Ama bir bilim adamı olarak tarihi olmayan, herhangi bir mühür, imza veya kaydı bulunmayan, üstelik Talát Paşa’nın kendi elyazısı olmayan bir belgede varolan tutarsızlığı da değerlendirmek durumundayım" diye yazıyordu.

Prof. Halaçoğlu, "Tarih Kurumu asli işi olan tarihe dönsün ve Ermeni meselesi yayınını başka müesseselere bıraksın" görüşüme de karşıydı. Türk Tarih Kurumu’na haksızlık yaptığımı söyleyip 2003’te 30, 2004’te 19, 2005’te de 25 adet kitap yayınladıklarını ve bunların 35’inin Ermeni meselesiyle ilgisi bulunmayan eserler olduğunu anlatıyordu. Halaçoğlu’nun "Sevgili Arkadaşım" hitabıyla başlayan mektubu "Sizin aksinize gerek hocam merhum Prof. Dr. Cengiz Orhonlu’nun, gerekse de Türk Tarih Kurumu’nu kuran Mustafa Kemal Atatürk’ün bizi takdirle izlediğini görür gibi oluyorum" cümlesiyle bitiyordu.

Türk Tarih Kurumu Başkanı’nın, hakkımda "Bardakçı popüler kalabilmek adına bunları yapıyor" diye bir söz etmediğine memnun oldum, böyle bir ifade kullanacağına inanmadığımı da zaten yazmıştım. Bu durumda, Prof. Halaçoğlu’nun demecini yayınlayan málum gazetenin dürüstlüğü ve haberlerinin doğruluğu konusu tartışmalı bir hál alırken, bazı hususları yine de hatırlatmak istiyorum:

Yusuf Bey, Paşa’nın evrakını "popüler tarihin bir gereği olarak yayınladığımı" söylüyor. Hayır! Ben, bütün yayınlarımda öncelikle belgeye ağırlık veririm ve "Talát Paşa’nın Tehcir Belgeleri" başlıklı dizide yeralan evrakı da "popüler tarihin gereği olarak" değil, tarihi değere sahip bulundukları için yayınladım. Tehcirin mimarına ait olan 80 senelik evrakın popülarite ile değil, sadece ilimle ve gerçeklerle alákası vardı.

Prof. Halaçoğlu’nun "özel evrakta mühür yahut imza aramak" yolundaki görüşüne ise cevap vermiyorum. Zira, Yusuf Bey’in Talát Paşa’nın resmi tezlere yer yer ters düşen belgeleri konusunda "tarihçi" değil, "kurum başkanı" sıfatıyla konuştuğunun farkındayım.

Kurumun 2005 yılındaki yayınlarının sayısı Yusuf Bey’in iddia ettiği gibi 25 değil 19’dur, çünki bir kitabın ikinci yahut üçüncü cildleri, dünyanın hiçbir yerinde ayrı bir eser kabul edilmez. Sözkonusu bu 19 eserin biri diğerinin tercümesi, altısı ise belge yahut kongre bildirisi neşridir. Geriye kalan 12 eserin yedisi müstakil kitaptır ama beşi Ermeni meselesiyle ilgilidir, üstelik belge yayınlarından biri de Ermeni olayları hakkındadır. Böylelikle kurumun mesaisinin yarısı Ermeni meselesine hasredilmiştir ve "Tarih Kurumu’nun görevi bu değildir" yolundaki görüşüm de son derece doğrudur!

Bütün bunlardan sonra, daha önemli bir hususa açıklık getirmem gerekiyor: Çok iyi hocalardan yetişen Prof. Yusuf Halaçoğlu son dönemin gayet seçkin bir tarihçisidir ve benim de dostumdur. 1915 olayları konusunda aramızda ihtiláf değil, sadece yorum farkı vardır ve bu yorum tartışmamızdan hareketle bizi birbirimize girmiş gibi gösteren bazı yayıncılara da başka bir iş yapmak düşer!
Yazarın Tüm Yazıları