Hadi Uluengin: Erbakan, bira ve Kasr

Hadi ULUENGİN
Haberin Devamı

ERBAKAN tarafından Hıdiv Kasrı'na davet edilen gazetecilerin, önce bira ısmarlaması gerektiğini yazan Ertuğrul Özkök, teorik olarak doğruyu söylüyor.

Ama yalnız teorik olarak... Pratikte zerre kadar kıymet-i harbiyesi yok!

Çünkü, bir; onlar eski Başbakan'ın Çankaya davetinde meşrubat yerine rakı isteyen rahmetli amiral Güven Erkaya değiller. Dolayısıyla, apolet ürküntüsü saçmadıkları için, sabık RP lideri meslektaşlarımıza hiç mi hiç kulak vermezdi.

İki; zat-ı devletlileri taktik icabı şimdilerde gayet ‘demokrat’(!) kesildiğinden, bu defa vermek lütfunda bulunduğunu varsayalım, ne değişir?

Malum, Belediye'nin işlettiği tesislerde alkol servisi yapılmıyor.

Eh, gazeteci buyurdu diye, herhalde Kanlıca'daki bakkala adam yollanıp en soğuğundan bir kaç şişe getirtilecek değil. Zaten getirtilse de o zamana kadar hem basın toplantısı biter, hem de sıvı Abdi Bey'in abdest suyuna dönerdi.

Hülasa, kusura bakmasın ama, Genel Yayın Yönetmenimiz pazartesi günkü ‘‘Oğlum bir bira getir’’ başlıklı yazısında, olmayacak duaya amin diyordu...

* * *

ŞAKA bir yana, yukarıdaki ‘‘zorunlu yeşilaycılık’’ dayatmasından dolayı, ben artık Hıdiv Kasrı'na adım atmıyorum. Yasak sürdüğü müddetçe de atmayacağım...

Restorasyon nedeniyle, epey süre kapalı kalan mıntıkaya en son iki sene önce bir ecnebi refakatçiyle birlikte gitmiştim ki, varsa çay, yoksa ayran...

Teşekkür ederim. Ben almayayım, ülserimi azdırıyor. Yallah geri döndük!

Oysa, Hıdiv Abbas Hilmi Paşa'nın Pierre Loti'ye beğendiremediği bu kuleli yapı, valide hanımın Bebek'teki nispeten uyumlu yalısının aksine eklektik, yani ‘‘piçimtırak’’ mimarisinden dolayı ‘‘kitsch’’ bir görünüm arzetse de, ben, Çelik Gülersoy tarafından hizmete açıldığından beri, Kasr'a bayağı müdavim olmuştum.

Eh, kışın pastanesinde kahve üstü konyağı... Ve bilhassa yazın, ya gurup vakti karşıyı seyrederek çamlar altında akşam aperitifi; ya da oda orkestrası vals çalarken, terastaki yemek masasında garsonun tıklattığı şarap mantarı...

Tamam, ne Strauss müziğinin delisiyim, ne de enstrümanları kötü akortlu orkestranın notaları hakkıyla icra ettiğini öne sürüyorum...

Fakat burada da Numan Ağa'dan ‘‘Nev'eser Peşrev’’ dinlenmez!

Zira, üslubu ‘‘kitsch’’ miç ama, bu mekán son tahlilde 19. yüzyıl nihayetinde hüküm süren ‘‘Doğu'daki Batı’’ imajına, o dönem alafrangalığına tekabül ediyor.

Zamanın içinde nostaljik yolculuğa çıkartıyor. Zaten işlevi o...

Dolayısıyla, burada tabii ki Boğaz'a metafor bir ‘‘Mavi Tuna’’ çalacak!

Ve tabii ki, paşa gönlü dileyen birasını, rakısını, viskisini içecek!

Kim ne karışabilir? Kimin neye karışmak hak ve selahiyeti olabilir?

Üstelik, o iki sene önceki anlık geçişimde gördüğüm müşteri yelpazesi, hizmet personeli ve davranış biçimi, tekdüzelik ve estetiksizlik itibariyle eski Doğu Bloku'nu hatırlatıyordu. Burnuma, gizli totalitarizm kokusu geldi.

Ha Varşova'daki park büfesi, ha Çubuklu'daki çay bahçesi...

* * *

DAHA önce de vurguladım. Başta Necmettin Erbakan, ‘‘İslami kesim’’in büyük çoğunluk olarak hálá anlamadığı olgu, başkalarının hayat tarzlarına yaptıkları her müdahalenin, karşı tepkinin ölçüsü çoğu kez kaçsa bile, kendilerinin okka altına gitmesinde belirleyici rol oynadığı gerçeğinde yatıyor.

Bu satırların yazarı dahil, Kürt sorunundan ‘‘laikçiliğe’’ pek çok konuda en liberal düşünen insanlar dahi, iş kendi hayat tarzlarını korumak ve kollamak noktasına vardığında, ‘‘işte Hıdiv Kasrı'nda bizim buzlu bira gitti, aman sıra şimdi Çiçek Pasajı'ndaki aslan sütümüze mi geliyor’’ korkusuna kapılıyorlar.

Böyle bir korku yerden göğe kadar haklı, ötesi, meşrudur!

Tıpkı, hiç hazzetmesem dahi Erbakan'ı savunmamdaki ilkesel meşruluk gibi...

Oğlum, çay istemem ülserimi azdırıyor, sen bana bir bira getir!

Yazarın Tüm Yazıları