Yılmaz 1, Timsah 0

Güncelleme Tarihi:

Yılmaz 1, Timsah 0
Oluşturulma Tarihi: Ekim 23, 1997 00:00

Haberin Devamı

Mükremin rolüyle halkın sevgilisi olan Erdoğan aslında kim...

Yılmaz, Hakkari'de, bütün Erdoğan ailesinin birarada yaşadığı toprak damlı evin bahçesinde, dede Nazmi Erdoğan ve amca Necdet Erdoğan ile birlikte. Dedesi için bendeki mizah genlerinin sahibi diyor. Kaymakam Nazmi Bey'in anılarının etrafta fıkra gibi anlatıldığını söylüyor. 1972 yılında dede ölünce yalnızca Yılmaz değil, bütün aile sarsılmış. Büyük aile düzeninden çekirdek aile düzenine geçilmiş.

Ve babaanne...

Yani Sürahi Hanım! Asıl adıyla Süheyla Erdoğan. Erdoğan'ın belki de en büyük ilham kaynağı. Tesadüfe bakın ki, Süheyla hanımın gelininin, yani Yılmaz'ın annesinin adı da Süheyla. Bu yüzden anne Süheyla gelinine ‘‘o kadın’’ derken, aslında yalnızca olası karışıklıkların önüne geçmek istiyormuş! Yani sanıldığı gibi kaynanalık filan yapmıyormuş! Yılmaz babaannesini o kadar çok seviyor ki, tek kişilik

gösterisini bile onunla

bitiriyor. Ekranda muzip

kadının görüntüsü beliriyor

ve seyircilere şöyle

sesleniyor: ‘‘Daha sizin

başınıza neler gelecek!’’

Berfin şimdilik steril

Yılmaz Erdoğan ünlü oldu ve hayatında birçok şey değişti; hayranlarına karşı insancıl ama etkili bir savunma yöntemi geliştiremediği için İstiklal Caddesi'nde yürüyemez oldu. Eskiden kızları kesmeye gittiği Beyoğlu Cafe'de şimdi yalnızca imza dağıttığı için artık oraya da gitmiyor. Karısından ayrıldıktan sonra, sevgilisini hayatının bir parçası haline gelen basından seçti. Eskiden sipariş vermeden önce mönünün sol tarafındaki lezzetli yemeklerden çok, sağ taraftaki fiyatlarla bağlı bulunan Yılmaz Erdoğan, ünle birlikte paraya da kavuştu. Değişmeyen şeyler de var, mesela kokusu hayatına sinen otlu peynir. Her hafta Fatih'ten onu çocukluğuna götüren otlu peyniri almayı ihmal etmiyor. Herşeyim dediği minik kızı Berfin şimdi babasına oranla çok daha ‘‘steril’’ bir çocukluk geçiriyor. Berfin'in ‘‘Erdoğan’’lığını zaman gösterecek.

1967 yılında, Hakkari'de toprak damlı kocaman bir evde doğup dede, babaanne (meşhur Sürahi Hanım), amcalar, yengeler, amca çocukları ile birlikte büyümüş Erdoğan. Amca çocuklarının söylediği gibi anne ve babasına ‘‘yenge, amca’’ demiş uzun yıllar. 1972'de, ‘‘bendeki mizah genlerinin sahibi’’ dediği dede Nazmi Erdoğan ölünce çekirdek aile düzenine geçilmiş.

Yılmaz Erdoğan'ı Hakkari'den İstanbul'a inen bir doğulu yetenek olarak bilenler yanılıyor. İlkokul, ortaokul ve liseyi amcalarının yanında Ankara'da okumuş. Yıllar sonra Mükremin tiplemesini yaratırken Ankara'da takıldığı kahvelerden ilham aldığı söyleniyor.

TİMSAH DİYE BİRİ

1979 yılında Türkiye silahlı çatışmalarla kaynar iken, Yılmaz mahalledeki sol hareketin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, ya da şimdiki aklıyla solculuk oynarken çok korktuğu biri varmış; Timsah. Hani karşısına gerçeği çıksa bu kadar korkmayacak neredeyse. Timsah, Yılmaz'ın sınıf arkadaşı, cüssesi Yılmaz'ınkinin üç katı. Yılmaz o zaman yaşları 11 ile 13 arasında değişen ‘‘solcu devrimci öğrencilerin’’ lideri. Timsah da ülkücülerin başı. Yani durum delikanlılık meselesinin ötesinde ‘‘politik bir çelişki’’. Şimdi o yaşlarda bir çocuk gördüğünde kendi geçmişini şaşkınlıkla karışık ürpertiyle hatırlıyor: ‘‘Ben bu yaştayken o işleri nasıl yaptım? Şu anda o çocuğun dünyası nasıl bir dünya? Bu soruların cevabını çok merak ediyorum. Biz ciddi ciddi politize olmuştuk. Ben orta 1'deyken sosyalizmin alfabesini alıp mahalledeki arkadaşlara okutmaktan sorumluydum. Okudum ve okuttum ama ne anladım, o ayrı mesele. Biz sadece şunu anladık ki, sosyalizm herkes eşit olsun diyen birşeydir ve sanırım iyi birşeydir.’’

Yılmaz 12 yaşındayken 12 Eylül darbesi gelir. Hava karardığında annesinin eve çağırdığı çocuklar gibi, askerlerin emriyle eve kapanır ve hayata dair soruların cevaplarını sosyalizm kitaplarında değil kendi içinde aramak zorunda kalır. Lise yılları ‘‘okul pikniklerinde kıçına batan platonik dikenler’’ misali aşklarla ve başarılı karnelerle son bulur.

PAŞA PAŞA

İTÜ İnşaat'ı kazanan Yılmaz'ın İstanbul'a ilk gelişi hayli dramatik: ‘‘Elimdeki adres şöyleydi; Haydarpaşa'da ineceksin, vapura bineceksin, Eminönü'ne geçeceksin, oradan Sancaklar Hayrettin Mahallesi, Müşir Süleyman Paşa Sokak, bilmemne apartmanı, Kocamustafapaşa'yı bulacaksın. Böyle paşa paşa gittim hakikaten.’’ 1985-1990 yılları biraz suları akmayan öğrenci evlerinde biraz da meşhur Köprüaltı'nda geçer. Bu yıllar onun ‘‘altın yılları’’. Çünkü bugün cebinde bulunan, anında paraya çevrilebilen kelimeleri o yıllarda biriktirmiş. Zaten anılar da hep parasız pulsuz, sefil günlerden çıkmıyor mu: ‘‘Hep söylenir ya, biz çok sefalet çektik diye. Ben de hakikaten çok büyük parasızlıklar çektim. Ama parasızlık bizatihi komik birşey. ‘Haybeden Gerçeküstü Zamanlar' diye bir roman projem var. O yıllarımı anlatacağım, traji-komik yerlerde dolaşan bir hikaye.’’

Üniversite hayatı ne kadar anlatılmaya değer, meçhul. Özetle, aslında okulu bıraktığını uzun yıllar babasından sakladıktan sonra, birgün fizik defterine yazdığı şiirlerle ve tekstlerle yakalanıyor ve resmi olarak okuldan ayrılıyor. Bu arada 12 Eylül’le birlikte ara verdiği solculuğa yeniden başlıyor: ‘‘Aslında bizim ailemizin, dostlarımızın bir bölümü sürgünde yaşamayı sürdürdüğü için o politik çizgi hiçbir zaman bitmedi. Doğuştan antibiyotik bir aileyiz. Türkiye'de böyle yaralı çok aile var. Bizde de amcam bir faili meçhul cinayete kurban gitti. Fail kendi biliyor meçhul olmadığını tabii.’’

Tiyatro başlayınca solculuğun bitmesini, ‘‘ben zaten sokağa çıkıp bağıracak, duvara yazı yazacak bir adam değilim. Ben yazıp söyleyecek veya çıkıp oynayacak adamdım’’ diye açıklıyor. Eyvallah, ama bir de şöyle diyor: ‘‘Herkes örgütlü olmak gerektiğini düşünür, ben tam tersine bireysel olarak birşeyler yapılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü örgütlü olduğun zaman BJK'li, GS'li, FB'li oluyorsun. Biz böyle düşünüyoruz dedikten bir süre sonra biz böyle düşünmeliyiz, çünkü biz buyuz noktasına geliyorsun. Bu da düşünsel üretimi kilitleyen birşey. Ama sanatçı değil de işçi olsaydım farklı düşünürdüm.’’

Tiyatro ile ilgili girdiği hiçbir sınavı kazanamadı Erdoğan. Nöbetçi Tiyatro'ya bile Vedat Günyol'un torpiliyle girdi. Şimdiyse ortalığın tozunu attırıyor. Cebinden taşan kelimeleri biriktirdiği yıllarda sevip evlendiği, kızı Berfin'in annesi Sanem'den ayrıldıktan sonra aşık olduğu Elif Dağdeviren'le birlikte. Onu, çok zeki ve çok duyarlı buluyor. Bu kadar tantana çıkacağını bildiğinden, eğer bu aşka karşı koyması mümkün olsaymış hiç girişmezmiş. Ama kalbini susturamamış. En çok da Sanem'e yakıştırılan ‘‘yokluğu paylaşan kadın’’la, Elif'e yapıştırılan ‘‘parsayı toplayan kadın’’ imajına bozuluyor. Benim neyim varsa Berfin'in, dolayısıyla da Sanem'in diyor.

AKBABALAR SEVİNMESİN

Yılmaz Erdoğan'ın önünde kendince zor bir dönem var. Çaptan düşmesini bekleyen ‘‘akbabalara’’ karşı yeni üretimlerin peşinde. Yedi ayrı film senaryosu birden yazarken, önündeki on yılı uzun metrajlı sinema filmleri yaparak geçirmek istiyor.

Yılmaz Erdoğan elbette Mükremin'den ibaret değil, ama kişiliğinde delikanlılığın tüm renklerini barındırıyor. Bu yönü bir zamanlar derin politik çelişkiler yaşadığı Timsah'ın ülküdaşları tarafından çok seviliyor. Bir anlamda Yılmaz 1, Timsah 0!

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!