Vallahi çok tanıdık geldi bana...

Güncelleme Tarihi:

Vallahi çok tanıdık geldi bana...
Oluşturulma Tarihi: Ocak 19, 2006 17:05

Malum, (Alman ekolünden gelenlerin 1.Dünya Savaşı faciasıyla tasfiyesinden sonra) Cumhuriyet’in kurucuları Fransız modelinden çok etkilenmişlerdir. Ulus-devlet gibi, ‘din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması’ yani laiklik gibi birçok kavram Fransa’dan alınmıştır. Tıpkı idare hukuku ve idari yapı da öyle...

Bu sebeple, 80 yıl sonra bugün bile, Fransa ile Türkiye arasında pek çok (genelde olumsuz) benzerlik vardır hâlâ.

Kitapta bu açıdan dikkatimi çeken bir iki noktanın altını çizdim. Mesela...

KAFAYI DEĞİŞTİRMEK

10 Mayıs 1981’de Cumhurbaşkanı seçildikten hemen sonra Meclis’i fesheden ve Batı dünyasını telaşa düşürecek kadar radikal ve hızlı ‘sosyalist’ reformlara girişen Mitterrand, bir yerde şöyle diyor: “Fransızların çoğu öyle olmasa da, Fransa çok zengin bir ülkedir. Yapabileceğimiz reformlar konusunda endişe etmeyin. Fransa’nın kaldırabileceğinin yanında bunlar hafif kalır. Karşımızdaki gerçek sorun, parasızlık değil, Fransızlar’ın - son derece muhafazakâr ve değiştirmesi zor olan - ruh halidir. (kafa yapısıdır)” (s.46)

UNVAN, GÖREV VE PAYE....

Seçimin ertesi günü hissettiklerini bu kez Attali şöyle ifade ediyor: “Seçilmiş ve başkentin yolunu tutmuştu. Artık bizim adayımız değil, bütün Fransızlar’ın cumhurbaşkanıydı... Ve bu noktada anladık ki, onun da ilk görevi, insanlık tarihi boyunca her şefinki gibi, unvan, görev ve rol dağıtmaktı...” (.58)

DEVLETİN DEVAMLILIĞINI TELEFON MEMURLARI TEMİN EDİYOR!

Yine seçildiği günlerde, Mitterrand “En zoru hükümet etmek için insanları seçmek olacak” diyor. (s.59) Çünkü, inanılır gibi değil ama, 1981’de Mitterrand, ardından da Sosyalist Parti seçimleri kazandığında ve iktidar olduğunda... içlerinde devlet hatta idare tecrübesi olan hemen kimse yok! Mitterrand en son 25 yıl önce bakanlık yapmış. Gaston Deferre dışında hiç bakanlık tecrübesi olan yok. Bürokratik tecrübesi olan da yok. Elysee Sarayı’nın ve Cumhurbaşkanlığı’nın işleyişi hakkında en küçük bir fikirleri bile yok...

Burada hoş bir anekdot aktarıyor Attali, bu durumun komik bir örneği. Elysee Sarayı’na yerleştikleri gün, İspanya Kralı’ndan Mitterrand’a şık bir tebrik mesajı geliyor, yeni Cumhurbaşkanı, başdanışmanı Attali’ye Kral’la konuşmak istediğini söylüyor. Attali yan odaya geçiyor, masanın üzerinde duran telefonu açıyor ve - ne yapacağını bilemediği için - üzerinde ‘santral’ yazan düğmeye basıyor. Karşısına bir erkek telefon memuru çıkıyor. Attali, sonradan kendinin de güldüğü şu cümleyi kuruyor: “Merhaba! Cumhurbaşkanı İspanya Kralı ile görüşmek ister...” Hemen bağlıyorlar. Attali diyor ki “Benim Elysee’deki memurlarla ilk temasım budur. O yıl çok az hata yapıldıysa, bu, söz konusu memur gibi o tarihte Elysee’de görevli kadın ve erkeklerin devletin devamlılığını temin etmedeki başarıları sayesindedir.” (s.63)

YALAKA HER YERDE YALAKADIR


Yine Mitterrand, iktidarının ilk günlerinde, Attali’yi potansiyel yağcılara karşı uyarıyor: “İki şeyden biri: ya ricasını yerine getirmeyi reddedeceğim ve benden nefret edecek, yahut istediğini yapacağım, benden daha çok nefret edecek.”

Yeni bakanlarıyla yaptığı ilk toplantıda diyor ki “Bugünden itibaren en önemli göreviniz birilerine Légion d’honneur (şeref nişanı) kotarmak olacak; size yalvarıp yakaracaklar, madalyalarını yakalarına taktıktan sonra da - sayenizde değil, hak ettikleri için aldıklarına kendilerini inandırmak için - sizinle aralarını bozacaklar...” (s.76)

PROTOKOLE GİRMEK


Attali, iddiaların aksine (Ertuğrul Özkök de bundan bahsediyordu geçenlerde) Mitterrand’ın hiç de ‘kraliyet özentisi’ olmadığını, Elysée’yi ‘İmparatorluk Sarayı’na çevirmediğini söylerken, ekliyor: “Ama resmi gezilerde, daha katılacakların listesi yapılırken ‘kral ve maiyeti’ görüntüsü ortaya çıkıyordu. Millet listeye girmek veya bir arkadaşını sokmak için türlü entrika yapıyordu. Protokol listesi yapılırken işler daha da karışıyordu. Her davetliye verilen ‘Gezi kitapçığı’nda yer alan ve, kortejde yer alacak araçların dağıtımından tutun da, sofrada oturulacak yere, otel odasına, varsa takılacak madalyanın derecesine ve, en önemlisi, dönüşte takdim edilecek hediyenin mahiyetine kadar herşeyi belirleyen ‘protokol listesi’ yer alır. Cumhurbaşkanı, onayı gereken listeye en azından bir göz atardı. Listedeki yerlerini beğenmedikleri için havalimanından dönen bakanlar ve davetliler bilirim.” (s.78-79)

VE GAZETECİLERİN HALİ...

Yukarıdaki manzara bana Türk meslektaşlarımı hatırlatsa da, son alıntım gazetecilerle ilgili. Attali, Mitterrand’ın da (her politikacı gibi) kendisini ‘anlamıyor’ ve gerçekleri ‘çarpıtıyor’ inancıyla gazetecilerden nefret ettiğini anlatırken, muhalefetteyken sosyalist lideri en ağır şekilde eleştirdikten sonra, seçilir seçilmez ‘değişen’ ve Cumhurbaşkanı’nın en sadık hayranı ve ‘yalakası’ haline gelen gazetecilerden bahsediyor ve bunların resmi gezilere davet edilmek için nasıl sekiz takla attığını anlatıyor. “Her gezide, uçağın kalkış anında, Mitterrand endişelenmiş gibi pencereden dışarıya bakar ve yanındakilerden birine, her seferinde, bayıldığı şu espiriyi yapardı: ‘Aman pisti iyi denetlesinler... (Gazeteciler) Onları da alalım diye piste yatmışlardır mutlaka!” (s.84)

Jacques Attali’nin anlattıkları size tanıdık mı geldi?

Bana da...

(C’était Mitterrand - Jacques Attali - Fayard, 2006)

Haberin Devamı

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!