Otoportresinin altına armut, armudun altına Ferruh Başağa yazmıştı

Güncelleme Tarihi:

Otoportresinin altına armut, armudun altına Ferruh Başağa yazmıştı
Oluşturulma Tarihi: Mart 08, 2003 22:17

Türk resminde soyutun öncülerinden sayılan Ferruh Başağa, yaşayan en yaşlı birkaç ressamımızdan biri. Geçtiğimiz ay 90'ına ve 67'nci sanat yılına girdi ve de 76'ncı kişisel, ikinci retrospektif sergisini, bu hafta İstanbul İş Sanat Kültür Merkezi Kibele Sanat Galerisi'nde açtı.

11 Nisan'a kadar gezilebilecek olan sergide 100 kadar eserini görebilir; Başağa'nın hayatını ve sanatını baştan sona izleyebilirsiniz. Tabii bu sergi için yaptığı 23 yeni resmi de... Kolay değil, onun hikayesi 1. Dünya Savaşı atmosferinde İstanbul'da başlıyor. Sırp Krallığı'nın baskısı altında şekilleniyor, Cumhuriyet Türkiyesi'nin ilk yıllarında İstanbul'da devam ediyor. Uçak fabrikasından Akademi ortamına sıçrayan bu hikayede, daha sonra ise sanatta farklı anlayışlar, polemikler, engellemeler geliyor. Resmin beş liraya satılmadığı yıllardan bugünün resim piyasasındaki bin dolarlara uzanan çizgide Başağa'nın pek çok ilki var; az sözü, bol işi. Bu sergide de öyle. Hepsinden bir parça bulacaksınız. Yalnız, 1950'lerde Heybeliada'da Deniz Harp Okulu'nun 30 metrelik duvarına aylarca uğraşarak yaptığı ve Preveze Savaşı'nı anlatan 210 metrekarelik mozaikten sahiden 'bir parça' bulacaksınız. Çünkü o mozaik geçen yıl buldozerlerle parçalandı. Torununun kurtarabildiği küçük bir parçasıyla yetinmek zorundasınız...

1 Şubat 1914 günü, İstanbul Fatih'te doğduğunda, 1. Dünya Savaşı'nın eli kulağındadır. O savaştır, babasını yıllarca kendisinden koparacak olan. Hukuk eğitimi görmüş babası Aziz Bey savaşa katılmış, ondan bir daha haber alınamamıştır. Meclis-i Mebusan'ın Bosna mebusu Fehim Efendi'nin kızı olan annesi Emine Hanım, babadan kalma topraklara sahip çıkmak için oğluyla birlikte Bosna'ya göçer. Sarajevo Teknik Okulu'nun elektromekanik bölümünü bitiren (1934) Ferruh Başağa, bir dönem uçak fabrikasında çalışır. Ancak 1935'te İstanbul'a döndüğünde kavuşacaktır babasına. Trablusşam'da İngilizlere esir düşen Aziz Bey, ancak yedi yıl sonra memleketine dönebilmiştir. Başağa bir mektup yazar, Sirkeci'de buluşmaya karar verirler. Buluşma günü garda beklemeye başlar. Tren gelir, herkes iner ancak babasını tanıyamaz. Babası da onu. Sonunda kalabalık dağılır, peronda iki kişi kalır. O ve babası. Böyle kavuşurlar.

BİNAYI BEĞENDİ KAYDOLDU

İkinci evliliğini yapan annesini Bosna'da bırakıp İstanbul'da yaşamaya karar verir. Nuri Demirağ'ın Beşiktaş'ta bulunan uçak fabrikasına girer. İşi planör dizayn etmektir. Ancak bir yıla yakın süre çalıştığı bu işten, Avni Arbaş'ın dayısının fabrikada yapılan bir uçakla Eskişehir'de düşüp ölmesi sonucu ayrılır. Yani Arbaş'la bağlantısı resim nedeniyle değildir henüz. Resim serüveni, Beşiktaş'ta çalışırken her gün önünden geçtiği ve çok beğendiği binanın ne olduğunu sormasıyla başlar. Bina, Güzel Sanatlar Akademisi'dir; 1935'te kaydolur.

Önce Nazmi Ziya ve Zeki Kocamemi atölyelerinde desen, renk, kompozisyon dersleri alır. Fransa'dan ressam Leopold Levy gelince onun atölyesine geçer. İşte o zaman başlar Avni Arbaş'la birlikte, sonraları Türk Resim Tarihi'ne geçecek olan Mümtaz Yener, Kemal Sönmezler, Zeki Faik İzer, Fethi Karakaş, Turgut Atalay, Nuri İyem, Selim Turan gibi sanatçılarla dostlukları. O yıllarda Akademi'den birincilikle mezun olanları Avrupa'ya gönderirler; ama heyhat, savaşlar bir türlü bırakmaz yakasını. Bu kez 2'ncisi engel olur bu eğitime. 34 ay kesintisiz askerlik yapar. Dönüşünde, akademide yüksek bölümler açıldığı için, yeniden kayıt olup 1947'de bir diploma daha alır.

YENİLER'İN DOĞUŞU

1935-40 yılları arasında okulda sürdürülen dostluklar, Yeniler Grubu'nun doğmasına neden olur. Ünlü ressamların yılda bir-iki resim yaptığı, Devlet Resim Heykel Sergisi dışında pek serginin açılmadığı o günlerde mezuniyet sergileri çok ilgi görmüş, onlar da yine okulu merkezleri kabul ederek birlikte çalışmaya devam kararı almışlardır. Her ne kadar ilk sergide Başağa askerdeyse de Yeniler Grubu mensubudur. Onlar sanatla toplumu yakınlaştırmak, kendilerine sordukları ‘‘resim nedir, ne için yapılır, sadece evi süslemek için mi’’ sorularını toplumla paylaşmak isteyenlerdir. Daha çok natürmort, peysaj, portre yapılan o yıllara göre çok değişik sayılabilecek bir işe imza atarlar: Fındıklı'daki Akademi'den Haliç'teki Atatürk Köprüsü'ne kadar olan kıyıdaki balıkçıları, demirdökümcüleri, marangozları, çadırcıları, ayakkabı boyacılarını resmederler. Beyoğlu'nda bir sergi açıp, üstüne bir de bu insanları açılışa davet ederler. Ee bu yenidir, adları Yeniler'e çıkar.

Ancak tepki de çekerler; özellikle D Grubu diye adlandırılan ressamlar, Akademi'de etkili olan bir önceki kuşak tarafından. Bazı sergilerden resimler çıkartılır, bu kuşak uzun süre Akademi'ye hoca yapılmaz, yani birçok yönden cezalandırılır.

Ancak, Yeniler'in ardından ‘‘Tavanarası Ressamları’’ gelir: Başağa'nın da girişimcilerinden biri olduğu atölye, Beyoğlu Asmalımescit'te bir çatı katında 1947'de açılır. Bu, cumhuriyet döneminde akademi dışında sanat eğitimi veren ilk özel atölyedir. Buradan Ömer Uluç'tan Atıf Yılmaz Batıbeki'ye çok sanatçı yetişir. Tavanarası, o dönem sanatçıların bir araya gelip Türkiye'yi, dünyayı, sanatı, dolayısıyla polemikleri tartıştığı yerlerden biridir. Çiçek Pasajı, Adalet Cimcoz'un Maya Galerisi, Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun atölyesi, Aliye Berger'in evi gibi... ‘‘Öyle bir dönemde yaşadım ki Türkiye'nin en ileri sanatçılarıyla beraber oldum’’ der Başağa. Orhan Veli yakın arkadaşıdır, Avni Arbaş, Nuri İyem, Sabri Berkel, Bedri Rahmi, dostları ve meslektaşları, Melih Cevdet arkadaşı ve komşusu, -hatta Mikado'nun Çöpleri'ni ilk yazdığında ona ve ailesine okurken, masadan kalkıp yiyecek ve içki almaya gitti diye çok azarlamıştır- Sait Faik sık sık sohbet ettiği bir sanatçıdır.

O dönem ‘‘resimden para kazanmak’’ gibi bir kavram olmadığı için henüz, Başbakanlık Basın Yayın Genel Müdürlüğü'nde memurluk yapar Başağa. Beş liraya bile satamazlar tablolarını. Bugün resimleri milyarlarca liraya alıcı bulan Nazmi Ziya'nın 1937'deki bir sergisini hatırlar. 300 resimden birini bile satamamıştır. Resimler satılsa bile satmak, satın almak gibi sözcüklerin pek kullanılmadığını da hatırlar. Örneği de şudur: Sergisini gezen bir çift, dört resim beğenir. Kadın yanına gelip ‘‘Bunları bana hediye eder misiniz?’’ diye sorar. Başağa bakar, öyle resimden anlamayan ya da hediye isteyecek tipler değildirler. ‘‘Olur’’ der. Ertesi gün verilen adrese resimleri gönderir. Resimleri götüren kişi, parayla geri döner.

1949'dan sonra böyle ufak ufak satışlar olmaya başlamıştır, ama yine de geçim sağlayacak düzeyde değil. O dönem çoğu ressam, bir yıllık parasını İzmir Fuarı'na ‘‘dekorasyon işi’’ne giderek sağlar. Sergilerse ‘‘resim heyecanı’’yla açılır; hatta bu heyecan bazen karışıklıklara yolaçar. Hem kendi portresi, hem de armut resminin olduğu bir sergisinde, bu heyecandan olsa gerek, ‘‘resimaltlarını’’ karıştırır; otoportrenin altında ‘‘Armut’’, armutların altında da Ferruh Başağa yazar. Bunu ilk fark eden ve en çok gülen Sabri Berkel olacaktır, ama heyecan öyle tatlıdır ki, sergi boyunca altyazıları düzeltmezler.

SOYUT RESMİN DUAYENİ

1950'lerde mozaiğe, '60'lardan sonra da vitraya, bir ara heykele merak saran Başağa, bu tarihlerde yöneldiği soyut resmi hálá sürdürür. Soyutta karar kılmasının nedeni, bir sanatçının doğadan faydalanmakla birlikte, resme düşüncesini de katması gerektiğine inanmasındandır. Araştırmaları onu çağımızın, soyut dinamizmine uygun düştüğü düşüncesine götürmüştür. Nazmi Ziya'dan renkte şiirsel bir incelik aramayı, Levy'den renk uyumunu, Kocamemi'den resmin inşasını öğrenmiş, 1948'den başlayarak Türk resminde gelişen bir tavrın ifadesi olan soyut resimdeki yerini almıştır. Soyut çağımızın resmidir ona göre.

İlk zamanlarda çok tartışılır bunlar tabii. 1952 tarihli bir yazısında Sabahattin Eyüboğlu şöyle der: ‘‘... ressamın çıplak vücuda, manzaraya veya elma armuda başvurmadan da kendini anlatabileceğine inandığını açıkça söylemiş. Dileyen böyle bir resmi herkesin yapabileceğini, absrtait, non-figüratif, non-objektif denen sanatın çıkmaz bir Paris yolu olduğunu söyleyebilir: Vur fakat dinle. Ne diyor Başağa? Bu resimlerin manası ne? Bu resimlerin manası kendileri.’’ Ahmet Hamdi Tanpınar ise onun resimlerine bakıp, ‘‘Burada artık ne güneşli, yağmurlu canım dünya, ne gülümseyen bir kadın yüzü, ne balık, ne elma var’’ der. Hiçbir şeyin resmi olmayan resimlerdir bunlar. Atom çiçekleri diyeceği gelir insanın. Birbirini cetvelle çizip kesen renkler. ‘‘Başağa resimle bir başka şey söylemek için resim yapmıyor. Bu yeni yola giren bütün ressamlar gibi kendi kendine yeten ve herkesçe başka başka şeyler düşündürecek kaçamaksız, katıksız renk binaları kuruyor. Manzara resmi yapmayı bilmez mi? Daniskasını bilir ama yapmıyor işte.’’

İşte böyle tanınır Ferruh Başağa: Modalara kapılmayan, çalışmaları soyut resmin iyi örnekleri arasında sayılan bir duayen. ‘‘Dekoratif’’ sözcüğü kullanılır resimleri için. En çok bilinenler, yumuşak bir geometrik anlayış içinde birbirini kesen uyumlu renk çizgileridir. Akdeniz kültürü de önemli bir esin kaynağıdır. Tuvaline Ege uygarlığının düşün akımları, sanat, matematik, geometri ve tarihin birlikteliğinden doğan renkler yansır.

Yurt içinde ve dışında 75 kişisel sergi, 20'den fazla uluslararası etkinlik, Yeni Delhi'den Münih'e, Paris'ten New York 'a dünya müze ve koleksiyonlarına giren eserler yanında en önemli etkinlik alanlarından biri de mimariyle bütünleşen büyük boyutlu panolarıdır. Okul, hastane, meclis, banka, pek çok yeri 300 metrekare vitrayı, 400 metrekare mozaiği süsler. Türkiye'de resmin gelişmesi için duvar resimlerinin önemli olduğunu düşünenlerdendir ya, en sevdiği şeydir işte bu; yaptığı çalışmalar ‘‘herkes’’in rahatça görebileceği yerdedir. Bunlardan birini Meclis'in ağırlama salonunun tavanına yerleştirdiği gün, mühendis çaycıya sorar: ‘‘Sen ne ışık yaktın bugün, her yer aydınlık?’’ Çaycının cevabı, Başağa'nın yaptığını kısaca anlatır: ‘‘Ben ışık yakmadım ama bu bey yukarılara bir şeyler koydu.’’
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!