Ormanlar içinde yirmibin fersah

Güncelleme Tarihi:

Ormanlar içinde yirmibin fersah
Oluşturulma Tarihi: Kasım 29, 1998 00:00

Haberin Devamı

Çocukluğunda dayasının aşıladığı ağaç sevgisini eşsiz bir kitaba dönüştüren Mataracı, çalışmasında Türkiye'nin ağaçlarını detaylı bir biçimde anlatıyor. Yayınevlerinin çalışmayı ‘‘lüks’’ bulması nedeniyle Mataracı'nın kitabı ancak Metalform Metal Sanayi ve Ticaret A.Ş. müşterilerine armağan olarak dağıtmaya karar verince basılabildi. Kitap daha geniş bir okur kitlesinin karşısına ilkbaharda çıkabilecek.

Tuğrul Mataracı'nın ataları, yüzyıllar boyu yüksek ağaçlar ve derin yeşiller diyarında, yani Doğu Karadeniz'de yaşamış. Dayısı Hüseyin Mataracı, Tuğrul'u, henüz küçük bir çocukken elinden tutup ormana götürmüş ve ‘‘Bak yavrum bunlar da senin benim gibi birer canlı mahluktur’’ demiş. Tuğrul yememiş içmemiş ağaçların karşısına geçip saatlerce hareket etmelerini beklemiş: Keçiler gibi zıplamaları, kuzular gibi melemelerini. Günler sonra gayretinin boşuna olduğunu anlamış ve beyhude beklemekten vazgeçmiş. Dayısı onu tekrar ormana götürdüğü bir gün itirazını dillendirmiş. Dayısı gülerek, ‘‘Onların hareketi renklerinde, meyvelerinde, dallarının uzamasında, uçuşan polenlerindedir. Seslerini duymak istiyorsan rüzgarı beklemelisin. Rüzgar çıktığında anlayacaksın ki her ağacın sesi başkadır. Bir de unutma ağaçlardaki hareketi görebilmek için çok ama çok sabırlı olmalısın’’ demiş.

İşte Tuğrul Mataracı'nın 'Ağaçlar' adlı kitabını yazma serüveni böyle başlamış.

‘‘Çok uzun yıllar sonra ağaçların melodisini dinlediğimde anladım ki dayım haklıymış’’ diyor Tuğrul Mataracı. ‘‘Güneşin tepemizde fink attığı bir gün serinlemek için bir telli kavağın gölgesine sığındım. Rüzgar çıkıp güneş yumuşadığında tekrar yola koyulurum diye düşündüm. Sıcağın etkisiyle hafif dalmışım. Kavak yapraklarının hışırtısıyla uyandım ve tamam yel çıktı yola revan olayım dedim ve kavağın gölgesinden ayrıldım. Ama baktım ki, hava aynı hava, değişen hiçbir şey yok. Diğer ağaçlarda yaprak kımıldamıyor. Telli kavak beni nasıl aldattı diye düşünüp bu sırrın peşine düştüm. Kitaplar karıştırıp ansiklopediler devirdim. Anladım ki kavağın yaprakları tüm ağaçlardan farklı. Yapraklar dallara genellikle yatay bir sap ile bağlanıyor, kavak ise tam tersine dikey bir sapa sahip. Bu yüzden, hafif, çok hafif bir rüzgarda bile dans etmeye başlıyor yapraklar, ağacın tepelerinde kızılca kıyametler kopuyor. İşte, rüzgarlar, fırtınalar ve boralarla geçen yaşamımızda, en küçük bir rüzgar esintisinden etkilenecek kadar genç ve duyarlı olduğumuz döneme, 'Başında kavak yelleri esiyor' denmesinin nedeni budur.’’

Kendisi de dedeleri gibi Rize'de doğmuş ama bir bozkırda yani Ankara'da büyümuş. Bir türlü alışamamış step görüntülerine. Çok bunaldığında rüyasında herkes gibi ak sakallı ihtiyar yerine, tepeleri gökkubbeye değen ulu ağaçlar görüyor. Ve ağaçların çağrısına uyarak soluğu Karadeniz'de alıyor. Eğer bu sese kulak vermeyip de Ankara'da kalmaya devam ederse günden güne beti benzi soluyor, dersleri, işleri ve aşkları daha da kötüye gidiyor. Karadeniz'de birkaç gün kaldıktan, ağaçlarla kucaklaşıp, derin vadilerden aşağılara doğru yuvarlandıktan sonra kendine gelebiliyor. Sonra ver elini tekrar Ankara.

Liseyi tamamladıktan sonra Ege Üniversitesi'nde işletme okumak üzere İzmir'e gidiyor. Tabii Karadeniz daha bir uzaklarda kalıyor. Öyle her canı sıkıldığında kendini atamıyor yeşiller ülkesine. Derslerden fırsat buldukça, Ege'nin ormanlarına dalıyor: Ula, Gökova, Datça, Fethiye, Spil. Dolaşıp duruyor.

O dönemde ağaçları sadece seyretmek ve onların seslerini dinlemekle yetiniyor. Birkaçının adını biliyor ama ne menşeinden anlıyor, ne de özelliklerinden. ‘‘Önceleri benim için tüm ağaçlar birbirine benziyordu. Sonra, anladım ki ağaçlar çeşitli ailelerin üyesi, üstelik hiç biri de birbirine benzemiyor. Örneğin bir meşe ormanına girdiğimizde, her ağacın ayrı bir serüveni, doğum tarihi, nereden geldiği, hastalıkları, kırılıp bükülmeleri ayrı ayrı. Yani her ağaç aslında bir insan gibi. Nasıl ki insanlar birbirinden farklıysa ağaçlar da öyledir. Ama ben bunları o zamanlar bilmiyordum. Çünkü, devir toplumu bir orman gibi algılama devriydi. Nazım'ın dediği gibi, 'Hepimiz bir ağaç gibi tek ve hür' değildik. İnsandaki sonsuz ve derin farklılığı kavramamadan, ağaçları nasıl ayırdedelim.’’

Lisans eğitimi bittikten sonra Ankara'ya dönen Mataracı, ODTÜ'de işletme bölümünde yüksek lisans yapıyor. İş hayatına atılmak ve bundan sonraki yaşamını geçirmek üzere İstanbul'a gelen Mataracı, bankacılığa başlıyor. Artık sıra Marmara bölgesi ormanlarındadır. Ormanlar kazan o kepçe, dağ taş dolaşmaya başlıyor. Bu arada ağaç, ot, orman hakkında piyasada ne bulduysa okuyor. Ama bir müddet sonra elindeki kaynakların yeterli olmadığını farkediyor. 1989 yılında bir gün kalkıp İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi'ne gidiyor. Fakültede rastladığı ilk hocaya meramını anlatınca hoca, ‘‘Senin derdinin dermanı Faik hocamızdır’’ deyip Tuğrul'u, Prof. Dr. Faik Yaltırık'ın yanına götürüyor. Tuğrul, ‘‘Faik hocayla karşılaştığım andan itibaren hayatım değişti. Faik hoca dayımdan sonra beni bu konuda etkileyip yönlendiren en önemli kişidir’’ diyor. Prof. Dr. Yaltırık, Mataracı'ya ağaçlar ve orman hakkında tüm yerli ve yabancı kaynakları temin ediyor. Yanında gezilere götürüp, deneysel bilgisini artırması için ona yardımcı oluyor. 1992'de artık bilgisinin yeterli olduğuna inanan Mataracı bunu tüm Türkiye'deki meraklılarla paylaşmak istiyor. Kitabın serüvenini kendi ağzından dinleyelim:

‘‘Meşe palamudu topladığım, yağmurlu havalarda toprağı kazıp solucanlarla oynadığım çocukluk yıllarımda başlayan doğayla tanışıklığım, geçen süreçte odunsu bitkilere olan ilgimi, sevgimi giderek artırdı. Dağlara, ormanlara gittim, ağaçların isimlerini, yetişme şartlarını yavaş yavaş öğrenmeye başladım. Kitaplar okudum. Doğa gezilerinde tanımadığım bir ağaçla, çalıyla karşılaştığımda hem üzüldüm, hem sevindim. Üzüldüm; ağacı yaprağıyla, mevvesiyle, çiçeğiyle, gövde kabuğuyla, genel görünümüyle meslekten olmayan benim gibiler için renkli görsel malzemeyle tanıtabilecek kaynakların son derece az olmasına. Sevindim ve heyecan duydum; yabancı dillerde hazırlanmış bu tür kaynakların bolluğuna. Bizim de böyle kaynaklarımız olmalı, biz de ağacımızı, çalımızı tıpkı coğrafyamızı, tarihimizi tanıttığımız gibi tanıtmalıyız bu ülkenin çocuklarına, diye düşündüm.’’

Bu aşamadan sonra Mataracı notlar tutmaya, fotoğrafçı arkadaşları Haluk Çobanoğlu, Yalçın Karaca ve Ayçe Aksay'la birlikte gezdiği güzergahtaki ağaçları kaydetmeye başlamış. Faik Yaltırık'la tanışıklığının üzerinden beş yıl geçtikten sonra, dersini çalışmış bir öğrencinin ruh haliyle yazdıklarını toplayıp Hocası'nın huzuruna çıkmış. Düzeltmelerini yapan Prof. Yaltırık notları Mataracı'ya aktarırken, ‘‘Artık basılabilir’’ demiş.

Tabii iş burada bitmiyor ve Tuğrul, kitabı basacak yayınevi ya da sponsor bulmak için yollara düşüyor. Yayınevi yöneticilerinin neredeyse tamamı, ‘‘Bu kitap bizim ülkemiz için lüks sayılır, satamayız’’ diyor.

Sonunda 'Metalform Metal Sanayi ve Ticaret A.Ş.' kitabı müşterilerine armağan olarak dağıtmak üzere bastırmaya karar veriyor. Sahir Erdinç'in yayın yönetmenliğinde çok şık bir eser ortaya çıkıyor ve kitabın serüveninin birinci perdesi tamamlanıyor. Mataracı konuşmamızın sonunda, ikinci perdenin, kitabın önümüzdeki baharda yeniden basılarak kitapçı vitrinlerinde boy göstermesiyle açılacağını müjdeliyor.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!