Hatıra yazmak teşhircilik ama bir o kadar da cesaret işi

Güncelleme Tarihi:

Hatıra yazmak teşhircilik ama bir o kadar da cesaret işi
Oluşturulma Tarihi: Nisan 06, 2002 22:34

Birdenbire tarih merakı mı başladı hepimizde, yoksa itiraf toplumu haline gelmenin bir başka göstergesi mi bu? Bir yılda yayımlanan hatırat sayısı 150'yi buldu

Bilenler biliyor, ‘‘itiraf toplumu’’ olduk gibisinden az bir kısmı şikáyet, mühim bir kısmı memnuniyet kokan tespitler geziniyor memleketin münbit alanlarında. Bu tespiti besleyen veya destekleyen İnternet siteleri de hayli revaçta. Köşe yazarları kadar, genç irisi emekliler de müdavimleri arasında yer alıyor bu tür sitelerin. Doğal olarak, olguya bilimsel bir nitelik kazandırmak da yine sosyologlara ve tarihçilere düşüyor. Ünlü Fransız filozof Foucault'dan yola çıkarak, bu durumu geleneksel yapıdan modern yapıya geçişin göstergesi olarak değerlendiren ve bununla da yetinmeyip postmodern bir yoruma tabi tutan arkadaşlar var. (Bkz. Süreyya Su, Radikal İki, 24 Mart)

DÜPEDÜZ PATLAMA BU

Bu hercümerç ortasında gözden kaçan önemli bir olgu, eskilerin deyimiyle hatırát, yenilerin deyimiyle anı kitabı sayısındaki gözle görülen artış. Aslında vitrinleri dolduran kitaplar karşısında, ‘‘artış’’ kelimesi biraz yoksul kalıyor, düpedüz bir ‘‘patlama’’ bu çünkü. Mustafa Kemal'in Nutuk'u, Reşat Nuri Güntekin'in Anadolu Notları, Yakup Kadri'nin Zoraki Diplomat'ı, Şevket Süreyya Aydemir'in Suyu Arayan Adam'ı ve bunlara benzer üç-beş kitap dışta tutulacak olursa, hatırát yazma konusunda pek de gönüllü bir toplum olduğumuz söylenemez. Bu itibarla, son beş yılda kanatlanan anı yazma furyasını nasıl değerlendirmek gerekir? Gerçekten de, somut bir ihtiyacın, Sait Faik'in bir başka bağlamda dediği gibi, ‘‘Yazmasaydım çıldıracaktım’’ türünden bir itici gücün ürünü mü yoksa itiraf toplumuna eklemlenmenin bir başka yöntemi yahut göstergesi mi bu?

Eskiden yokluğundan şikáyet ederdik, şimdi çokluğundan yakınıyormuşuz gibi bir yanılgıya düşmeden sürdürmek gerekirse, gerçekten de tuhaf bir durum var ortada. Meğerse çoğu eteklerindeki taşı dökmek için böyle uygun bir zemin beklermiş. Ne var ki, yazılan ve yayımlanan anı kitaplarının hemen hiçbirisinde ‘‘neden şimdi?’’ sorusuna cevap teşkil edebilecek samimi bir ‘‘itiraf’’ yer almıyor. Gerçi Mina Urgan, ‘‘Şimdi değilse ne zaman?’’ ekseninde yorumlanabilecek bir kıyıya doğru birkaç kulaç atmıştı; gazeteci Hasan Cemal, daha kapaktan, ‘‘Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım’’ diyerek naif de olsa bir mesaj vermişti ama işte o kadar...

Hasan Cemal, bu furyayı, şifahi kültürden yazılı kültüre geçmenin somut göstergesi olarak değerlendiriyor ve olumlu buluyor. Tarihin daha iyi anlaşılması ve tarihçilere malzeme sağlanması açısından herkesin anılarını yazması gerektiğini düşünüyor. Ama anıların belli bir özeleştiri sürecinden geçirilmesi gerektiği konusunda da ısrar ediyor.

Halbuki İsmet Bozdağ, bu patlamanın gerisinde Mina Urgan'ın yazdığı ‘‘Bir Dinozorun Anıları’’nın gördüğü ilginin yattığını savunuyor. Şöhret ve para kazanma beklentisi, böyle bir akıma yol açmıştı ve pek çok isim de, önüne arkasına bakmadan girivermişti bu yola. Üstelik, beklenti şöhret ve para olunca, abartılar, palavralar, kendini olduğundan farklı göstermeler almış başına gidiyordu. Ama yapacak bir şey de yoktu.

YAHYA KEMAL PABUÇ YALADI MI?

Anı kitaplarıyla birlikte gündeme gelen en önemli sorun, hiç şüphe yok ki ‘‘güven’’ kavramının etrafında düğümleniyor. Ne kadar itimat edebiliriz yazılanlara? Ne kadarı doğru, ne kadarı geçmişi kendine göre yeniden biçimlendirme çabasının ürünü acaba? Kitaplarda ismi geçip de halen hayatta olanlar, itiraz etme, ‘‘Hayır, öyle değil, böyleydi’’ deme imkánına sahip elbette. Nitekim örnekleri de görüldü bunun. Söz gelişi, Bedii Faik'in ispiyonculukla suçladığı Attilá İlhan, söylenilenleri tashih etmişti hemen. Uluç Gürkan da, Hasan Cemal'in bazı şeyleri ‘‘yanlış hatırladığını’’ belirterek cevap hakkını kullanmıştı.

Peki ya artık hayatta olmayanlar, onlar ne yapacaktı? Mina Urgan'ın dediği gibi, Yahya Kemal, Mustafa Kemal'in pabuçlarını yalamış mıydı gerçekten de? Yahut Mustafa Kemal, ‘‘Bu İsmet'ten bir halt olmaz, halefim Fevzi Çakmak'tır’’ demiş miydi? Buna benzer şeyleri doğrulama veya yalanlama imkánı yok ne yazık ki. Zaten hatırát, bu ve benzeri nedenlerle tamamiyle şahsi bir alan. Ve tam da bu nedenle, itirafla gerçekleri saptırma gibi hayli kırılgan bir zeminde duruyor.

Bu noktada, Hasan Cemal son derece net konuşuyor: ‘‘Şunu kırar, diğerini gücendiririm diye düşünürseniz kitap filan yazamazsınız ki. O yazılan hayatta değil, cevap veremez ki derseniz, tarih olmaz. Ben kendi penceremden gördüğüm şeyleri anlatırım. Bir başkası da kendi penceresinden gördüğü şeyleri anlatır. Gerçeğin bir tek yüzü yok ki.’’ İsmet Bozdağ da, Hasan Cemal'den pek farklı düşünmüyor doğrusu. Onun da bu tür kaygıları yok.

Aslında haksız da sayılmazlar. ‘‘Kırılgan bir zemin var diye hatırát yazılmasın veya yazılan her hatıráta kuşku dolu gözlerle bakılsın’’ dersek işin içinden çıkamayız. Hatırát yazılmalı elbette. Başta memleket siyasetini yönlendirenler, düşünce tarihine omuz verenler, bizim gibi sıradan fanilerin kıyısından geçemeyeceği hayatlara tanık olanlar yazmalı bildiklerini, gördüklerini, duyduklarını. Kuşku ise Tevfik Fikret'in de dediği gibi, ‘‘ezeli bir nura koşmak’’ değil midir? Adını koymak için sosyologlar, gerçekliğini sorgulamak için tarihçiler ne güne duruyor ki?

Her itirafın önyüzünde bir ayna, her hatırát okuyucusunun gerisinde de, bilinmeyene yönelik kıvılcımlı arzuyu apaçık ortaya koyan derin bir tecessüs yok mudur zaten?


Bazen bir bölüm, bazen bir sayfa, bazen de bir satır kitabı yayına hazırlayanın ya da yazanın mezhep ve meşrebine göre yeni şekillere girip farklı anlamlar kazanabilir. Peki ama ya hiç mevcut olmayan bir hatırát, varedilip piyasaya sürülebilir mi? Ne yazık ki, dünyanın her yerinde bunun da örnekleri var.

Sahte anıların önlenemez yükselişi

Abdülhamid her basımda sayfa sayfa arttı

Toplumsal Tarih Dergisi'nin Kasım 2001 sayısında yayımlanan ‘‘Sultan Hamid'in Sahte Hatırátı’’ başlıklı yazı, hatırát yazımı açısından son derece ilginç tesbit ve tahliller ihtiva ediyordu. Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Yavuz Selim Karakışla'nın imzasını taşıyan yazıda, Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid'in hatırátının nasıl siyasi malzeme haline getirildiği net bir biçimde anlatılıyordu çünkü.

Karakışla'nın verdiği bilgiye göre, Abdülhamid'in hatırátı, yıllar içinde tekrar tekrar basılmış ve her basımda da sayfa sayısında gözle görülür bir artış ortaya çıkmıştı. İşin tabiatı icabı, çoktan rahmet-i rahmana kavuşmuş olan II. Abdülhamid, hatırátına yeni sayfalar ekleyemeyeceği için, bu sayfalar kitabı yayına hazırlayanlar tarafından ve siyasi amaçlarla dahil edilmişti kitaba.

Yine aynı yazıdan öğreniyoruz ki, 1992 yılında Dr. Alaeddin Yalçınkaya, Tarih ve Toplum Dergisi'nde konuya ilişkin bir başka makale kaleme almış ve Abdülhamid'in Hatıra Defteri'ne yapılan eklerin gerçeklikle ilgisi olmadığını belirtmişti zaten. Yalçınkaya'nın ifadesiyle, ek metinleri yazan, hatırátı yayına hazırlayan İsmet Bozdağ'dan başkası değildi. Hatta, Leipzig'de bulunduğu iddia edilen ikinci defter, tamamiyle İsmet Bozdağ'ın muhayyelesinin ve siyasi tasavvurlarının ürünüydü.

Hitler'in sahte hatırátı sahtekarı 4.5 yıl yatırdı

25 Nisan 1983'te Almanlar'ın ünlü dergisi Stern, ‘‘Hitler'in günlüğü bulundu’’ kapağıyla yayımlandığında, sadece Almanya'da değil, bütün dünyada büyük bir yankı uyandırmıştı. İşin öyküsü de ilginçti aslında. Doğu Almanya'dan Batı Almanya'ya geçen ve ‘‘Fischer’’ kod isminden başka kimliğine ilişkin herhangi bir şey açıklanmayan bir Nazi sempatizanıydı günlüğün asıl sahibi. Batı'ya geçince Stern muhabiri Gerd Heidemann'ı aramış ve piyanonun içine gizleyerek Batı'ya kaçırdığı bu kıymetli hazineden söz etmişti. İstediği ücret 10 milyon marktı ve Stern bu parayı ödemekte bir an bile tereddüt etmeyecekti. Dananın kuyruğu da bundan sonra kopacaktı zaten.

Dünyanın muhtelif köşelerindeki Hitler uzmanları seslerini yükseltecek ve bu işte bir tuhaflık olduğunu söyleyeceklerdi. Bunlardan en önemlisi ise İngiliz gizli servis belgelerinden yola çıkarak ‘‘Hitler'in Son Günleri’’ adlı bir kitap yayımlayan Hugh Trevor-Roper'di. Trevor-Roper, Hitler'in el yazılarını da görmüştü. Bu nedenle günlüğe ilişkin değerlendirmeleri dört gözle bekleniyordu. ‘‘Evet,’’ diyecekti Trevor-Roper, ‘‘yazı karakteri Hitler'in el yazısını andırıyor ama yine de bir tuhaflık var.’’ Tuhaflık, iki yıl süren derin tartışmalardan, araştırmalardan ve soruşturmalardan sonra açıklığa kavuşacaktı ancak. Stern muhabiri Gerd Heidemann, bir kaligrafi uzmanı olan Konrad Kujau ile anlaşmış ve Hitler'in el yazısını taklit ettirmişti. Sonuçta her ikisi de sahtekárlıktan yargılanacak ve 4.5 yıl hapis cezası alıp hapsi boylayacaklardı.

Puşkin'in anılarına inanan tek kişi Ataol Behramoğlu

Geçtiğimiz yıl, Rus edebiyatının ünlü yazarlarından Aleksandr Sergeyeviç Puşkin'e ait olduğu iddia edilen ‘‘Gizli Günlük’’ diye bir kitap süsledi kitapçı raflarını. Papirüs Yayınları tarafından yayımlanan ‘‘Gizli Günlük’’ 128 sayfadan ibaretti ve oldukça farklı bir Puşkin portresi çiziyordu. Farklıydı, çünkü, bırakın duyarlı bir edebiyatçıyı, sıradan bir insan için bile ağırdı söz konusu iddialar.

İşin daha ilginç yanı, kitabın öyküsüydü. Rivayetlere göre, Puşkin kayınbiraderiyle düello etmeden önce oturup böyle bir günlük yazmış ama her nedense bunun 100 yıl süreyle yayımlanmamasını istemişti. Birileri de bunu Puşkin'in ölümünden sonra şifreleyerek Rusya'dan kaçırmış, yıllar sonra da bir başkası bu şifreleri çözerek günlüğün ortaya çıkmasını sağlamıştı.

Papirüs tarafından yayımlanan ‘‘Gizli Günlük’’nin ardından, Çiviyazıları adlı bir yayınevi de ‘‘Gizli Günce’’ ismiyle yeni bir kitap sürmüştü piyasaya. Birinin üzerinde günlük, diğerinde günce yazıyordu gerçi ama ikisindeki imza da Puşkin'e aitti. Ancak, ne olmuşsa olmuş, Papirüs'ün 128 sayfalık ‘‘Gizli Günlük’’ü, Çiviyazıları tarafından 264 sayfaya çıkartılmıştı.

Her iki kitabın da sahte olduğuna dair yazılar da ortalığı kaplamakta gecikmedi. Ataol Behramoğlu dışında hemen hiç kimse, söz konusu satırların Puşkin'e ait olduğuna inanmıyordu.

HASAN CEMAL

Her gazeteci mutlaka günlük tutmalı

Ne yazık ki, özellikle siyaset sahasında hatırát yazma geleneği yoktur bizde. Oysa, tarihin daha iyi anlaşılması bakımından hatırát son derece önemlidir. Batı'da bütün devlet adamları anılarını yazarlar. Kendileri yazacak durumda olmadıkları zaman, mutlaka bu işi yapan profesyonellere yazdırırlar. Tarihe ışık tutmak için gereklidir bu. Çünkü, tarihçiler, neyin ne olduğunu hatırát aracılığıyla daha iyi kavrarlar. Benim son kitabım tuttuğum notlara dayanmıyor. O zaten siyasal bir otobiyografidir. Nerelerden, kimlerden beslendiğimi yazdım. Okuduğum kitaplar, Yön ve Devrim yılları ile birlikte belleğimde kalanlar var. Ama 12 Eylül'le ilgili kitaplarımı, tuttuğum günlüklerden yararlanarak yazmıştım. Bence her gazeteci mutlaka günlük tutmalı. Ben bu anlamda itirafın kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum zaten. İtiraf, yaşananların perde arkasına ışık tutarsa kim şikáyet edebilir ki?

METE TUNÇAY

Kaynak yokluğu kadar, bolluğu da sakıncalı

Anılar, hiç kuşkusuz tarihçiler için önemli kaynaklardır. Ama bunların kullanılmasında eleştirel olarak hesaba katılması gereken noktalar vardır. Bir kere, ‘‘günce’’ ya da ‘‘günlük’’ olarak tutulan anılarla, sonradan kaleme alınmış anılar arasında ayrım yapmak gerekir. Bazı anılar ‘‘itirafname’’ ya da günah-çıkartma niteliğindedir. Sonra, bunlarda aktarılan bilgilerle, resmî kayıtlar gibi belgelerin karşılaştırılması ve denetlenmesi ve diğer ‘‘kaynak eleştirisi’’ tekniklerinin uygulanması gerekir. Tarihçi, yeni bilgi üretmek için, mutlaka ‘‘sorun yakalama’’ peşinde olmalıdır. Bu ise, geçmiş bir olgular kümesi hakkında varolan bilgilerle, anılarda verilen ipuçları arasında tutarsızlıklar bulmaya çalışmak demektir. Güncelere görece daha çok güvenilebilir. Sonradan yazılmış anılarda, yazanın kendisini haklı gösterme kaygısı olması, belki bilinçsizdir, ama kaçınılmazdır. Yayımlanan anılar, eğer bir başkası (diyelim, bir yayınevi profesyoneli) tarafından edit edilmişse, nelerin niçin değiştirildiği, nelerin atlandığı ve (maazallah) nelerin eklendiği de ayrıca araştırılmak gerekir. Üstünde çalıştığımız bir dönemin belli başlı kişilerinin anıları bulunsaydı, ne iyi olurdu dediğimiz çok olur. Ama tabii, başka başka açılardan, kaynak yoksulluğu gibi, kaynak bolluğu da sakıncalıdır.

BEDİİ FAİK

Safiye Ayla ve Mina Urgan’ın Atatürk anısı palavraları

Belki yayımlanan hatırát sayısında gözle görülür bir artış var ama aslında bizde hatırát çok geri kalmış bir edebiyat türüdür. Hele Batı dünyasıyla kıyasladığımızda, ne kadar hatırát yoksulu olduğumuzu hemen farkederiz. Batı'da herhangi bir devlet adamının hizmetçisi de, ahçısı da duyup gördüklerini yazar. Bizde ise bizzat olayların kahramanı olanlar, kalem görünce korkuyor. Ancak bazı hatıralar var ki, yayınlanmasa çok daha iyi olur diyeceği geliyor insanın. Safiye Ayla, Atatürk'ün kendisine áşık olduğunu herkese göstermek için inanılmaz yalanlar söyledi. Hatta bir keresinde, ‘‘Atatürk beni çırılçıplak soyup havuza atardı’’ dedi. Yahu kardeşim, Çankaya Köşkü'nde hiçbir zaman havuz olmadı ki? Mina Urgan'ın anıları da öyle. Neymiş, 14 yaşında üvey babası Falih Rıfkı ile baloya gitmiş, Atatürk de şampanya ikram edip dansa kaldırmış kendisini. Atatürk, topluma örnek olmak için her şeye dikkat eden bir insandı. 14 yaşındaki küçük bir kıza şampanya ikram edip dansa kaldırması mantıklı geliyor mu size? Anıların diğer insanlar yaşarken yazılması faydalıdır bana kılırsa. Çünkü hem hafıza tazeleme, hem de, eğer haksızlık varsa, karşı tarafa kendini savunma imkánı verir. Ancak, birileri gücenecek, birileri kırılacak diye tarihi gerçeklerin saklanmasından yana değilim ben.

PSİKİYATR HALUK SUNAT

Tahrif düpedüz patolojik bir haldir

Soru şu olmalı: Niçin yazarız? Söylediklerimiz, yaşadıklarımız ya da söyleyerek yaşadıklarımız yetmediği için. Anıların yazılması da yazmanın serüvenine dahil. Peki; anı ya da hatıra nedir? Geçmişte yaşadıklarımız değil mi? Anılarımızı yazıyorsak, anılarımıza tanıklık eden vardır ya da yoktur. Varsa; başkaları da tanık olsun istiyoruzdur. Yoksa; yaşadıklarımıza ‘kişisel’ tanıklığımızı, başkalarının da tanıklığına açmak istiyoruzdur. Bütün bunların arkasında göstermeci (teşhirci) bir tavır var mıdır? Vardır. Ama gösterme cesareti de vardır. Gösterilen, göstermeci bir ihtiyaca cevap olsa da, gösterdiği bir şey vardır; kıymetlidir. Gösterileni takdir edecek olan, bakan gözdür. Gösterilene bakan göze tavsiye şudur: Nihayetinde, yaşadıklarına bakan göz, yaşayanın kendi gözüdür. Türkçe'de, anı yazımında özgün bir örnek olduğu için anmak isterim; Adalet Ağaoğlu, Ankara'dan İstanbul'a göçerken, toparladığı eşyaların kendisinde uyandırdığı çağrışımlardan kalkarak anılarını yazdı: Göç Temizliği/ Anı-Roman. Kitabın bir yerinde şöyle söylüyordu Ağaoğlu: ‘İnsan, kendimi yazıyorum derken, ya iyice yana çekilir, kendini anlatıyormuş gibi özlediği, olmak istediği kişiyi anlatır (bizde örneği çok), ya da gereğinden öte yargılar kendini, hakettiğinden fazla sorguya çeker, üstelik suçlu çıkarır (bizde örneği az).’’ Demek ki, bir yaratıcı yazar (yani, kendisine içtenlikle bakmayı en çok becerebileceklerden biri) bile, anılarından söz etmezden önce, okuru temkinli olmaya çağırıyor. Beşerin şaşabileceğine dikkat çekiyor. Katılıyorum; insan savunmalı bir yaratık. Dolayısıyla; anılarda anlatılanlar da, geçmişteki gerçeği anılaştıranın, az ya da çok, şöyle ya da böyle müdahalesine uğramak durumundadır. Ancak; geçmişteki gerçekliğin bile isteye tahrif edilmesi ya da yalan söylenilmesi, bambaşka bir durum; düpedüz marazlı (patolojik) bir haldir. Eh, ne diyelim; o da 'yalancının mumu..' hikáyesi.

HATIRA ETİĞİ

Latife Hanım’ın günlüğünün yayımı 50 yıl neden ertelendi?

METE TUNÇAY

Anılar ya günce tutularak ki hayırlı olanı budur, ya da sonradan hatırlanarak yazılıyor. Sonradan hatırlama durumunda, doğal olarak bilinçaltı ve temenniler de devreye giriyor. Bir anlamda insan, geçmişini meşrûlaştırmak için geçiyor masanın başına. İşte etik de burada devreye giriyor zaten. Önemli olan, hatırát yazarken başkalarını uluorta harcamamaktır. Anı yazarının dikkat etmesi gereken husus, kendisine ait bir günahı, ölü bir insanın sırtına yüklememek olmalıdır. Biliyorsunuz, çeşitli ülkelerde devlet arşivleri üzerinde 30-50 yıl arasında değişen bekleme süreleri vardır. Bunun amacı, sadece devletin yüce menfaatlerini değil, çeşitli kademelerde görev yapmış insanların kişilik haklarını da korumaktır. Söz gelişi, 1975 yılında Latife Hanım öldüğü zaman, günlük tuttuğu ortaya çıktı. Günlükle birlikte yayınlanıp yayınlanmaması sorunu geldi gündeme. İş mahkemeye kadar aksetti. Mahkeme de bilirkişi Prof. Reşat Kaynar'ın önerisiyle Latife Hanım'ın anılarının yayımlanmasını 50 yıl erteledi. Bu karar, belki Mustafa Kemal hakkında ileri-geri konuşulmasını engelledi ama bizi de tarihe ışık tutacak şeylerden mahrum etti.

YAVUZ SELİM KARAKIŞLA

Hatıráttan elde edilen detaylar daha renkli bir tarih yazıcılığına olanak sağlamaktadır. Ancak, hatıralar, aynı zamanda histografik açıdan önemli sorunları da bünyelerinde barındırır. Hatıralar, olaylar sırasında gün gün kaleme alınmışsa, olayların sıcaklığını günümüze aktarırlar. Ancak, bu durumda olaylara tek taraflı bakmaktan da asla kurtulamazlar. Olaylardan uzun yıllar sonra yazılmış olması halinde ise, hatırát, sahibinin yaşamış olduğu olayları okuyucularına kendi bakış açısından anlatmak veya kendini savunmak için yazdığı bölümler içerir.

DİKKAT, SİZİ DE YAZABİLİRLER

Diyelim ki, bir arkadaşınızla oturup konuşuyorsunuz, içinizi açmak, biraz dertleşmek ihtiyacındasınız. Hatta mevzua cepheden giriyorsunuz da. Ama birden arkadaşınızın gün gelip hatıralarını yazabileceği ve sizi savunmasız bir biçimde kalabalıkların ortasında bırakabileceği gibi tuhaf bir ihtimal geliyor aklınıza. Bu ihtimalden sonra aynı rahatlıkla konuşabilir misiniz acaba? Yahut tanık olduğu hemen her şeyi yazma, yazmakla yetinmeyip kitaplaştırma eğiliminde olan gazeteci bir arkadaşınız var. İki sözünden biri, ‘‘tarihe ve tarihçilere malzeme sağlamak gerek’’ diyen bu insan can dostunuz olsa bile, en hafif ifadesiyle bir kuşku, bir çekingenlik hissetmez misiniz sahiden kendisiyle konuşurken? Hissettiğiniz bu çekingenlik, dostluğunuzu örselemez mi? Neresinden bakarsanız bakın iyimser paranoya örnekleri bunlar. Peki ya yine Salinger örneğinde olduğu gibi, hiç ihtimal vermediğiniz kişiler günün birinde, söz gelişi intikam ya da edebiyat hevesiyle, tarafınızdan özenle esirgenmiş zaman dilimlerini döküp saçarsa ortalığa? Böyle bir şüphe, sağlıklı bir ilişki bırakır mı acaba yeryüzünde? Paranoyanın sonu yok. Ama paranoyak olmanız bir gün anı kitaplarında adınızın geçmeyeceğinin garantisi değil.

Kitapçı raflarında anılar

DOĞAN KİTAP

Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım Hasan Cemal

İnsanlar Tanıdım Mihri Belli Matbuat, Basın Derken Medya Bedii Faik Bir Sinemacının Anıları Atıf Yılmaz

Çiçek Gibi Arif Keskiner Bir İstanbul Var İdi Burhan Arpad Perde Arkası Burhan Arpad Anılar ve Düşünceler Erdal İnönü Kalemli'nin Kaleminden Mustafa Kalemli.

YAPI KREDİ YAYINLARI

Bir Dinozorun Anıları Mina Urgan Türkçe Bir Hayat Ömer Asım Aksoy Önce Çizdim Sonra Yazdım Semih Balcıoğlu Yeni Adam Günleri Tuna Baltacıoğlu Bir Tayyarecinin Anıları Vecihi Hürkuş İndim Zaman Bahçesine Güneş Karabuda Çok Şey Yarım Hálá Ayşe Sarısayın

Yaşamak Hatırlamaktır Ülkü Tamer Babam Nurullah Ataç Meral Ataç Bir Eğitimcinin Öyküsü Hesabali Turan

Günlükler Fevzi Çakmak Defterler İsmet İnönü Uzun Gecenin Tutsakları Uğur Kökden.

C
AN YAYINLARI

Ceviz Sandıktaki Anılar Hilmi Yavuz Kürdün Meyhanesi Fahir Aksoy Masalını Yitiren Dev Adnan Binyazar Gel Zaman Git Zaman Güzin Dino Güzeltmek, Hadi Çaman Anne Kafamda Bit Var Tarık Akan.

D
İĞER YAYINEVLERİ

Devlet Tiyatroları Genel Müdürüydüm Avni Dilligil (Kendi yayını) Düşünmek Can Bahası, İsmet Bozdağ (Tekin) Bir Rehberin Anıları Kemal Suman (Remzi) Ateş Ortasında Vedat Yenerer (Ümit) Arap Kaymakam Orhan Koloğlu (Aykırı) Bir İstanbul Vardı Cem Atabeyoğlu (Kelebek)

İspanya'da Bir Şato Hüseyin Batuhan (Bulut) Havariler Gün Zileli (İletişim) İkinci Perde Haldun Dormen (Oğlak)

Bir Zamanlar İzmir'de Nedret Güvenç (Türkiye İş Bankası)

Adını Unutan Adam, Cüneyt Arkın (Kabalcı)


İNZİVA NE KADAR KORUNAKLI?

Salinger’in ihtişam ve sefaleti

Ünlü yazar J. D. Salinger'in maruz kaldığı hayal kırıklığı, anıların yeri geldiğinde ne kadar acımasız ve hoyratça kullanılabileceğinin ilginç bir göstergesi olarak değerlendirilebilir rahatlıkla. Gönülçelen, Dokuz Öykü, Franny ve Zooey adlı kitaplarıyla Türkiye'de de hayli tanınan bir isim olan Salinger, 30 küsur yıldır gönülden olmasa da gözden hayli ırak münzevi bir hayat yaşıyordu. Kuvvetle muhtemeldir ki, hatıralarının kendisiyle birlikte mezara gidebileceği türünden iyimser düşüncelere sahipti. Çünkü, kapıdan kovduğu halde bacaya tırmanan gazeteciler bile başaramamıştı Salinger'in münzevi hayatına nüfuz etmeyi. Oysa darbe başka yerden ve hiç beklemediği bir anda gelecekti. Önce kızı Margaret, arkasından eski sevgilisi Joyce Maynard, Salinger'le geçen günlerini yani hatıralarını kitap haline getirmişlerdi çünkü. Neler denilmiyordu ki bu kitaplarda Salinger hakkında: Nevrotikti, bencildi, kötü bir baba, kötü bir sevgiliydi ve üstüne üstlük kendisine hayran genç kızları istismar etmekten bile çekinmiyordu. Kitaplar bir tartışmayı da beraberinde getirdi doğal olarak. Kızının ve sevgilisinin tutumunu etik açıdan yargılayıp mahkûm edenler kadar, bu tutumun edebiyat tarihine yaptığı katkıları yere göğe sığdıramayanlar da vardı. Tartışmalara uzaktan-yakından dahil olmayan tek isim ise kolayca tahmin edilebileceği gibi Salinger'di. Ne var ki, bu durum, Salinger tarzı bir hayatı seçenlerin bile kendilerini koruma konusunda aciz kalabileceklerinin somut bir göstergesiydi. Ve esasen düşündürücü olan da buydu.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!