Hasankeyf'e sadakat

Bu haftaki yolculuğumuzu Atlas Dergisi ile yapacağız. Konumuz ise bir zamanlar Mezopotamya'da erişilmesi en güç kentlerden biri Hasankeyf.

Ortaçağ'da 'ilmi arzulayanların kenti' denen Hasankeyf'i yaşatmak için geçmiş medeniyetler ellerinden gelen tüm gayreti göstermişler. Ya biz ne yapmışız?.. Yıllardan beri onu suyun altına gömmek için uğraşıp durmuşuz. Tevfik Taş, Atlas'ın son sayısında bu muhteşem kenti anlatıyor.

Mezopotamya'nın yabanıl topraklarında at koşturanlar, suların koruduğu kaleler, kentler arzulardı. Sadakat gösterirlerdi kentlerine ve karşılık beklerlerdi; ırmakların çağlayışınca delişmen ve kayalar misali kavi duygularla. Söylence odur ki, Hasankeyf, bu kale kentlerin erişilmesi en güç olanıdır.

Bu kenti gerçekten isteyenlerin duyguları, geçici heveslerin çok ötesindeydi. Onu gören her uygarlık, gelecek özlemleriyle Hasankeyf arasında kopmaz bağların olacağına inanırdı. Onun verdiği olanakları tanıyan hiçbir uygarlık ve kavim yoktur ki, başka bir kılıcın altında yenilmeden, burayı 'yabancı' bir ele bırakmanın ağır kederine tutulmadan Hasankeyf'ten ayrılmış olsun.

Dicle'nin kenarında, kayaların oylumlarında akşamla kurşunileşen kentin harabelerine bakarak düşünüyorum bunları. Issız yol boyunca serpiştirilmiş elektrik lambalarının antik kentin yüceltilerine ve ırmağa düşürdüğü çiğ ışıklardan kurtarıp hayalimi, zihnimde bu kenti yeniden kuruyorum.

Zaman Ortaçağ'dır. Büyük kalenin burçlarında meşaleler yanıyor. Ve mağara kentin ara sokakları, çıkmazları, vadileri ayın şavkına sere serpe uzanmış yatıyor. Ulema toplanmış, ırmağın çağıltısını dinleyerek belagat, ticaret ya da bahçecilik üzerine konuşuyor. El Cezeri, mağarasında bir kandilin ölgün ışığında, handiyse aklını kanatırcasına suyla çalışacak robotlar düşünüyor. Tahtalara ve terbiye edilmiş ince derilere, birbirini iten, çeken ve döndüren şekiller çiziyor. Bir basınç merkezinden ötekine geçerken, uzun uzadıya hesaplar yapıyor, dalgınlaşıyordu. Bunlar, bu kayalarda yaratılan ilk mekanik harikası, savaşan ve satranç oynayan ilk robotlardı. 'Burası ilmi arzulayanların kenti' dendiğinde, zaman yine Ortaçağ'dı ve kent, Selçuklu'nun gazi emirlerinde Artukoğulları’na emanetti.

GÜZİDE BİR ÖRNEK

Ortaçağ çiziyor hayalimizin sınırını. Çünkü, burayı anlamaya çalışan bilim insanları diyor ki, 'Bize, daha derine inecek zaman verilmeli. Baraj gelip yutmadan, bu çağın öncesini bilmek lazım'. 'Bilmek neye yarar' diyenler yok değil. Belki biz de katılırdık onlara, eğer eskiçağ felsefecilerinden şunu öğrenmemiş olsaydık: 'Bilen insanın erdemsizlik etmesi daha zordur.'

Mezopotamya'nın iki azgın ırmağını yol eyleyenler, göğe uzanan kayaların, vadilerin ve uçurumların üstünde güvenli kentler arzular. Hasankeyf, bu zor arzuya karşılık gelecek güzide bir örnektir. Bu kente ulaşmak söz konusu olunca, tarihte, önce ırmaktan söz edilir: 'Diyarbakır'la Cizre arasındaki Hasankeyf'e yalnızca Dicle Nehri'nden ulaşılır.' Bu kente ulaşmanın ikinci yolunu, El-Vakidi, o günkü adıyla Hısn Lugüba olan kentin Müslümanlarca fethedilmesini aktarırken gösteriyor:

'Yukanna'ya yenilen Yutalikun'un karısı, adamlarıyla danıştıktan sonra, şehri barışçıl teslim etmeye karar verdi. Müslümanlar da açılan köprüden geçerek şehri teslim aldılar.'

Burada sözü edilen, Ortaçağ'ın 'en gösterişli köprüsü' kırk metrelik kemer açıklığıyla Artuklu döneminin 'mühendislik harikası' olan köprüden başkası değildir. Yani, coğrafyayı hırçın kılıcıyla ikiye bölen Dicle engelini, geniş kapsamlı ekonomik ilişkilere, bilimsel ve düşünsel alışverişlere çeviren görkemli yapıt.

MİMARİ FARKLILIK

Hasankeyf yapıların, kentlerin, ulusların 'kendi olmasının' önemini anımsatan bir bütünlüğün tartıya gelmezliğiyle bakıyor dünyaya. Önce mimari ve estetik dokusuyla gösteriyor farkını. Açığa çıkan yapılarının çoğunluğu, üzerinde yükseldikleri gelenekten yararlanmış. Doğu ile Batı'nın, Bizans ile Pers'in, Sasani'nin, Hıristiyan ile Müslüman'ın buradaki tanışmalarının yarattığı bütün etkileşmeleri olanca açıklığıyla gösterir bize bu yapılar. Ama her biri, 'bir kendine özgülük' taşıyarak.

İster, Eski Roma kalesinin yerine yapılan ve IV. yüzyıla tarihlenen kaleye, bakalım, ister İS 2. yüzyıldan kalma kaya kiliselerine... İster taşlarının hemen tümünde Artuklu taş ustalarının işaretlerini taşıyan Büyük Saray'a ya da duvarlarına altından şiirler işlenerek yapılan Küçük Saray'a... İster Dicle'ye inen merdivenlere, yeraltı yollarına; Eyyubilerin açtıkları ve onardıkları görkemli kapılara ya da Eyyubi sultanının 728 yılında yaptırdığı Ulu Cami'ye... Eyyubiler döneminin diğer anıtlarına; Süleyman Eyyubi'nin yaptırdığı Cami-el Rızk'a, Sultan Süleyman Camii'ne, Kızlar Camii'ne bakalım. Bahçelerine, hanlarına, çarşılarına ve meydanlarına... Akkoyunlular döneminde yapılan, Semerkand-Timuri geleneğinin ülkemizdeki tek örneği olan Zeynel Bey Türbesi'ne bakalım... Bütün bu eserlerin yalnızca o günün estetik istemini ve anı birlik yaşamsal gereksinmeleri karşılamak üzere değil; estetik bir gelenek yaratmak, geleceğe çıkma istemiyle yapıldığını görürüz.

GEÇMİŞLE BULUŞMAK

Buradaki tarih bir şeyi daha gösteriyor: Birbirinden çok farklı bu uygarlıklar, olanaklarını Hasankeyf'i yok etmek için kullanmamışlar. Geçici olana kanıp yaratma cesaretlerinden, yaşama heveslerinden vazgeçmemişler. Dur durak bilmeksizin yüceltmek ve esenlikle yaşanabilir bir kent bırakmayı amaçlayarak uğraşmışlar.

Ancak, Roma ve Bizans, Artuklu, Eyyubi ve Akkoyunluların üretim, ticaret ve mimari birikimini bugüne taşıyan bu kentten artakalana bakıp şunu bile söyleyecek yüze sahip değiliz: 'Bu kenti yaşatmak için, yıllardır kimse bir çaba göstermedi.' Çok iyimserce olur bu söz. Belki, yitirenlerin kendini avutması olurdu. Yazık ki utanmak düşüyor bugünün insanına. Yıllardır türlü biçimlerde saldırıldı ona. Ve yıllarca susuldu.

Ilısu Barajı Diyarbakır'ın Bismil İlçesi’yle, Batman, Siirt ve Mardin illerinin akarsu bölgelerinde yükselerek yayılacaktır. Baraj bu bölgelerde, bir kısmında arkeolojik yüzey araştırması yapılabilmiş ama önemli bir bölümüne henüz hiç dokunulmamış 325 kilometre alanın neredeyse tamamını yutacak. ODTÜ TAÇDAM Projesi Koordinasyonu bölgede ilk elde arkeolojik olarak araştırılması gereken alanın 37 bin 750 hektar olduğunu belirtiyor.

Hasankeyf, içine doğduğu ve yükselmesine katkıda bulunduğu bütün bu bağıntılarından ayrı düşünüldüğünde, üzerinde topladığı bütün estetiğe, görkeme karşın, yine de zayıftır. Ona sadakat göstermek, Hasankeyf'i de yaratan, insanlığın büyük geçmişiyle buluşmayı istemektir.
Yazarın Tüm Yazıları