Biz ne yapıyoruz?

Güncelleme Tarihi:

Biz ne yapıyoruz
Oluşturulma Tarihi: Ocak 30, 1998 00:00

Zeynep ATİKKAN
Haberin Devamı

Siyaset felsefecisi ve Paris Protestan Fakültesi öğretim üyesi Oliver Abel, Avrupa'nın kendine şu soruyu sorması gerektiğini söylüyor:

Almanya'nın üslubu aşağılayıcıydı

Oliver Roy, İslam üzerine çok yönlü çalışmalar yapan bir Fransız aydını. Avrupa'da olduğu gibi, İslam dünyasında da çok iyi tanınıyor. Avrupa'daki İslam ve de Politik İslam konularında Olivier Roy'un görüşlerine çok sık başvuruluyor. Lüksemburg kararlarını yorumlamasını istediğimde Roy'dan şu yanıtları aldım:

Ortada bir açıkça söyleyenler var; bunlar, Türkiye'nin bugünkü ciddi sorunlarını yansıtıyor. Yani, insan hakları, Kürt sorunu ve Ordu'nun siyasetteki ağırlığı gibi. Bir de söylenmeyenler var; Lüksemburg'ta, Türkiye'ye ‘Hayır siz Avrupa'nın bir parçası değilsiniz' dendi.

Ben, Lüksemburg'tan Türkiye'nin dışlanması yönünde bir karar çıkacağını bekliyordum. Ancak kararın tonunun bu kadar ağır ve de aşağılayıcı olabileceğini düşünmemiştim. Bu üslûp tamamen Almanya tarafından geliştirildi. Fransa, Türkiye'nin adaylığını istiyordu ama savunmak için elinde yeterli gerekçe yoktu.

Lüksemburg kararlarının bence en önemli özelliği Avrupa kimliği tanımını gündeme getirmiş olmasıdır. Lüksemburg'a kadar Avrupa, teknik bir problem olarak görülüyordu. Çünkü Avrupa'da kimse bugüne kadar Avrupa kimliği nedir'i gündeme getirmeye cesaret edememişti. Lüksemburg kararları Türkiye'yi dışlayarak, ‘Avrupa kimliği nedir' tartışmasını başlattı.

Bu tartışma açık açık, dobra dobra yapılmayacak ama dolaylı biçimde her konuda ortaya çıkacak. Özellikle de vatandaşlık, göçmen işçiler sorunları, Avrupa kimliği nedir tartışmasını içerecek. Hıristiyan Kulübü meselesine gelince, laik bir devlet olan Fransa'nın bu tür tanımları kabul etmesi mümkün değil.

Şu sırada Avrupa'nın bir stratejik hırsı ve iddiası yok. Avrupa dar, yaşlı ve yorgun. Epey burjuva. Bir butik gibi. Avrupa, sakin bir alanda ekonomik gelişmesini sürdürme peşinde. Bu nedenle de tam üye olması halinde, problemli Ortadoğu sınırlarını AB'ye getirecek olan Türkiye'yi istemiyor. Ortadoğu sorunlarını istemiyor. Bu arada Avrupa'yı, kesinlikle Amerika'yla rekabete giren yeni bir güç gibi düşünmemek gerekli. Bu yüzden ‘Türkiye Amerika'ya kayar' argümanı çok geçersiz, bu durum Avrupa'yı sadece mutlu eder.

Lüksemburg kararlarından birkaç ay önce Fransa'da bir yuvarlak masa toplantısı düzenleniyor. Katılımcılar Avrupa konusuyle ilgili Türkler Fransızlar. Aralarında Fransa'nın eski başbakanlarından Michel Rocard da bulunuyor. Bilindiği gibi Michel Rocard Fransız Sosyalist Partisi'nin önde gelen isimlerinden. Fransa'nın bugünkü Başbakan'ı Jospin gibi Rocard da protestan. Bu, önemli bir ayrıntı.

Rocard toplantıda söz alıyor. Türkiye'ye yönelik insan hakları, demokrasi yetersizliği, Kürt sorunu, enflasyon dosyası gibi temel sorunları sıraladıktan sonra ‘Gene de ben Türkiye’nin Avrupa Birliği'ne üyeliğini destekliyorum. Avrupa laikliğini tanımlayabilmek için Türkiye Avrupa Birliği'ne girmeli. Aksi halde Avrupa yeni bir Roma-Cermen İmparatorluğu olur' diyor.

Bu sözler çok anlamlı çünkü Fransız Sosyalist Partisi'nin ve de Avrupa projesinin çok önemli isimlerinden AB Komisyonu eski başkanı Jacques Delors bir zamanlar çıkıp, ‘Avrupa Topluluğu bir Hıristiyan Kulübüdür’ demişti. Bu fetvayı Şansölye Kohl'den çok daha önce vermişti. Jacques Delors katı bir katolik, Rocard ise protestan. Bu ayrıntıları yakından bilince, Avrupa kimliği konusundaki duyarlılıklar ve de ‘laiklik’ tartışması çok daha derin bir anlam kazanıyor.

Fransa'nın önde gelen düşünürlerinden Andre Glucksmann'la yaptığım telefon görüşmesinde, ‘Avrupa’da birçok tanrı ama tek bir gerçek var, o da laiklik' diyor. Ve ekliyor ‘Önemli olan bu asrın felaketleri olan savaşlar, totaliter rejimler ve fanatizme karşı birleşmektir’.

Siyaset felsefecisi ve Paris Protestan Fakültesi öğretim üyesi Oliver Abel'le yaptığım görüşmede ise Avrupa'nın bir Hıristiyanlık projesi olarak sunulmasını gündeme getirdiğimde aldığım yanıt çok açık: ‘‘Ben protestan kültürünün ürünüyüm. Türkiye'nin reddedilmesi, bir proje olarak bakıldığında Avrupa kimliğinin zaafını kanıtlıyor. Hıristiyanlığın çoğulcu yapısı kenara itilerek bir Hıristiyan uygarlığı projesinden söz etmek laiklik ilkesini parçalıyor. Bu sözlerle, Avrupa Müslümanlığı ve Avrupa Museviliği de unutulmuş oluyor. Avrupa'da milyonlarca Müslüman yaşıyor; bu sorumsuz açıklamaların sahipleri ne yapmak istiyorlar? Banliyölerdeki genç Müslümanlar'a karşı savaş mı ilân etmek niyetindeler.’’

PARA SÖZKONUSU OLUNCA...

‘‘Hıristiyan uygarlığı değil, çoğulculuğu kapsayan yeni bir uygarlık projesi yaratmak!’’ Büyük Avrupa'yı düşünenler olaya böyle bakıyorlar.

Bu düşünceyi savunanlar, Türkiye'ye yöneltilen insan hakları ve demokrasi zaafları konusundaki eleştirileri çok haklı bulmakla birlikte, Lüksemburg kararlarının Avrupa'yı güdükleştirici yönünü görmezlikten gelmiyorlar. ‘Eğer evrensel ölçülerde büyük Avrupa projesi hayata geçecekse, Türk know how’una ihtiyaç var' diyor Olivier Abel. Ve tarihe gönderme yapıyor: ‘‘Osmanlı'nın çoğulculuğu yönetme patenti vardı. Bu konuda modern Türkiye de bir know how'a sahip. Avrupa, bu tecrübelerden yararlanabilmeli. Biliyorum, Türkiye'deki laiklik çok eleştirildi. Eleştirilmeye de devam ediyor. Oysa Türkiye'de laiklik yeniden şekilleniyor. Bu gelişmeleri saygıyla izlemek gerekli. Bizim bu deneyimlerden pek çok öğreneceklerimiz olduğunu düşünüyorum. Önce susup sonra kendi kendimize ‘biz ne yapıyoruz' sorusunu yöneltmeliyiz.’’

Güdük bir Avrupa kurmak isteyenlerin büyük tuzaklar peşinde olduklarını ifade eden düşünür Abel, ‘‘İş, paraya gelince evrenseli savunanların ‘kültür' deyince içe kapanmaları çok ilginç değil mi?’’ diyor.

YA SEVGİ YA NEFRET

Büyük bir tarih derinliğine sahip Edgar Morin'in söylediği gibi Avrupalı bugün tarihten gelen önyargılarını aşmış değil. Bu önyargıların kökeni ya dinsel ya da tarih kitaplarında. Abel'in bu konuda anlattığı bir anı son derece çok ilginç: ‘‘Mart ayında, Avrupa Birliği Komisyonu'nun düzenlediği bir toplantıya katılmıştım. Avrupa Parlamentosu Başkanı da toplantıdaydı. Türkiye konusu açılınca Başkan, son derece saldırgan bir tonla konuşmaya başladı. Türkiye'yi ağır sözlerle suçladı. Ben de söz alarak, Türkiyesiz bir Avrupa'nın laik olamayacağını söyledim. Çok sinirlendi. Bana verdiği yanıt ise çok ilginçti: ‘Kendinizi Macarlar'ın yerine koyun. Onlar tarihten Türkler'i tanıyorlar' dedi. Çok saçma bir çıkıştı bu. Ben de kendisine, başka Avrupa ülkelerinin Türkler'e yönelik çok farklı anıları olduğunu hatta bazılarının varlıklarını Osmanlı'ya borçlu olduğunu söyledim.’’

Karşılıklı önyargıların ilişkileri tayin ettiği yerde akılcılık yok oluyor. Bu gerçeği Olivier Abel şu sözlerle ifade ediyor: ‘‘Türkiye'ye yönelik tartışmalarda akılcı ve dengeli bir yaklaşıma rastgeldiniz mi? Türkiye, Batı kamuoyunda her zaman tutkuları gündeme getirmiştir. Ya çok sevilir ya da nefret edilir. Bütün tartışmalarda mutlaka ya Türkiye yanlıları ya da Türkiye düşmanları ortaya çıkar.’’

Sağlıklı olan ne çok sevilmek ne de böylesine nefret uyandırmak değil mi?






Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!