Gümrükte deklare edilecek tek malım

1882 yılının Ocak ayında genç bir adam, Amerika Birleşik Devletleri'nin New York şehrine girerken, gümrükçü kendisine o malum soruyu sorar:

‘‘Deklare edeceğiniz bir şey var mı?’’

Bu soru dünyanın her yerinde sorulur ve sadece iki cevabı vardır:

‘‘Evet’’ veya ‘‘Hayır...’’

Ama bakın, o ince yüzlü genç adam, ne cevap verir:

‘‘Deklare edecek hiçbir şeyim yok... Dehamdan başka...’’

* * *

Bu genç adam, İrlandalı yazar Oscar Wilde'dır...

Bütün hayatı, dehasını gösteren böyle ince alaylarla doludur.

Şakir Eczacıbaşı müthiş bir iş yapmış.

Wilde'ın hayatını ve eserlerini yazmış.

Kitap Oscar Wilde'ı anlatıyor, ama aslında iki kişinin hayatından oluşuyor.

Oscar Wilde ve Bernard Shaw...

Yani herhangi bir gümrükten geçerken zekálarını mutlaka deklare etmeleri gereken iki yazar.

Ama ikisi de İrlandalı.

Her şey, ikisinin de aldıkları bir kararla başlar.

İrlanda'yı terk ederek, İngiltere'ye yerleşmek.

Ülkelerini terk ederken, Bernard Shaw, ayrılma nedenlerini ona şöyle anlatacaktır:

‘‘İngilizler İrlanda'yı fethetmişti; yapılacak tek şey İngiltere'yi fethetmekti.’’

Birer yıl arayla Londra'ya geldiler ve fethettiler.

Zaten bütün ‘‘Avustralyalılar’’ işte bu ruhla memleketlerini terk ederler ve metropolleri fethederler.

Ruhları ‘‘Siyamlı yapışık ikizlerdi’’. Ama gövdeleri ve hayat tarzları başka anne ve babadan...

* * *

Wilde,
yürümekten, çalışmaktan, eyleme geçmekten hiç hazzetmezdi.

‘‘Tüm Londra'nın dikkatini çekecek’’ kadar gösterişli giyinir, lüks lokantalara, kulüplere gitmeye bayılırdı.

İçki içer, yemek yemeyi sever ve her çekici şeyin peşine düşerdi.

Onun hayat felsefesini şu cümle özetliyordu:

‘‘Keyfin anısından ya da pişmanlık duymanın lüksünden başka geride hiçbir şey kalmaz.’’

Bernard Shaw
ise tam aksiydi.

Sigara ve içki içmiyordu. ‘‘Koşullar beni aylaklığa zorlayınca kendimi bir yankesici gibi görüyorum’’ diyordu.

Ama ikisinin içindeki o iflah olmaz ‘‘İrlandalı’’, onları her gün görünmez isyan meydanlarında buluşturuyordu.

* * *

İkisi de, fethetmeye uğraştığı İngiltere'nin kurallarına kafa tutuyorlardı.

Bernard Shaw, ‘‘Altın kural, altın kuralların var olmadığıdır’’ diyordu.

Oscar Wilde ise kurallara isyanını daha acımasız ve sansürsüz bir üslupla dile getiriyordu:

‘‘İnsanlar, kuralları bulunacak kadar budala, onları uygulayacak kadar talihsizdir.’’

Ama hepimiz biliyoruz ki, İrlandalı da olsalar, ikisi de İngiltere'yi fethetmeye gelmiş de olsalar, bu kadar büyük iki deha, Habil ile Kabil gibidir.

Bir gün, hatta her gün birbirlerini akrep gibi sokarlar.

İşte böyle günlerden birinde Oscar Wilde, içerlediği Bernard Shaw'ı şu sözlerle paramparça edecektir:

‘‘Kusursuz bir adam Shaw; hiçbir düşmanı yok ve hiçbir dostu sevmiyor onu.’’

İşte bu zekáyı ayna gibi yansıtan belagatı, onu bir anda Londra sosyetesinin gözbebeği haline getirecekti.

Artık her ünlü yemekte masanın baş köşesi ona aittir.

Galler Prensi onun için, ‘‘Wilde'ı tanımamak demek, tanınmamak demektir’’ diyordu.

Oscar Wilde'ın hayatında, annesinin çok önemli yeri vardır.

Kimin yoktur ki...

Ama ana-oğul ilişkisi, bu basit cümleyle anlatılamayacak kadar karmaşıktır.

Wilde bu ilişkinin sırrını şu cümlelerle çözer:

‘‘Tüm kadınlar analarına benzerler giderek. Kadınların trajedisidir bu. Erkeklerse hiç benzemezler. Bu da onların trajedisidir.’’

* * *

Oscar Wilde,
30 Kasım 1900 günü öğleden sonra öldü.

Ölümünden önce bir rahip, eline tespih vermiş, arkasına da palmiye dalları yerleştirerek fotoğrafını çektirmişti.

Arkasından şu muhteşem cümleler kalmıştı:

‘‘Herkes doğuştan bir kraldır ve çoğu kişi sürgünde ölür, kralların çoğu gibi...’’

Öleceğini anladığı gün yanındakilere şunu söylemişti:

‘‘Ölüm yokmuş gibi yaşamalı, hiç yaşamamış gibi ölmeli insan...’’

Daha doğrusu, ‘‘Ölebilmeli’’...
Yazarın Tüm Yazıları