Güle güle Hasankeyf

Geçen hafta sular altında kalan New Orleans’a ağıt yakmıştım, bu hafta da New Orleans’la aynı kaderi paylaşacak olan Hasankeyf’e saygılarımı sunuyorum.

Biri doğanın öfkesine kurban gitti, diğeri ise insanoğlunun inadına, bilinçsizliğine kurban gidecek. Hasankeyf bir süre sonra Ilısu Barajı’nın suları altında tüm geçmişiyle birlikte yok olup gidecek.

Yolculuklar ve yollar bir türlü bitmek bilmiyor!.. Bitmesin de zaten. Arada bir yakındığıma bakmayın, yorgunluğumu atar atmaz yeni bir yorgunluğun peşine düşüyorum. Atlas Degisi’nin Fest Turizm şirketiyle birlikte düzenlediği ‘Hasankeyf’e Sadakat’ trenini kaçırmanın üzüntüsünü yaşarken, aynı yöreye bir başka davet geldi. Garanti Bankası, ‘Anadolu Sohbetleri’ için bu ay Mardin’i seçmişti ve Mardin’e Hasankeyf üzerinden gidilecekti... Daveti ikiletmeden hemen ‘evet’ dedim. Bu Hasankeyf’e ilk, Mardin’e beşinci gidişim olacaktı.

Diyarbakır-Batman arasında önce pamuk tarlaları göründü. Sonra toprak tüm bitkilerden soyunup, kızardı, bozardı, kurudu. Anızları yakılmış buğday tarlaları, boz topraklara kara lekeler sürdü. Kıvrıla kıvrıla giden asfalt yol, bazen kayalık dağlara tırmandı, bazen de vadilerdeki suya hasret kalmış derelerin yanına indi. İnsiz cinsiz bir yoldu. Sonra eşek benzeri petrol pompaları göründü. Bunları görenler heyecanlanıp yanlarında oturanları dürtükledi. Bir o tepede, bir bu tepede, önüne konmuş saman balyasından ot seçen hayvan başı gibi inip çıkan pompaların, yerin dibinden çekip çıkardığı petrolün miktarı bir acele hesaplandı. Rakamlar alt alta yazılınca, otobüsteki bilcümle ekonomistin dudağı, küçümser bir ifade ile aşağı doğru kıvrıldı.

Ben ise yamaçlara oyulmuş ‘mağara evlere’ takıldım kaldım. Yeşilırmak’ın kıyısından yükselen kayalardaki terk edilmiş mağara apartmanları hayalimde onardım, düzelttim, birer lüks otel haline getirdim. İsveç’in ‘Buz Oteli’ benzerini Batman’da ‘Mağara Otele’ çevirdim. Hayal projemi beğendim ama buraya kimin, ne için geleceğine bir kılıf bulamadım.

KÜÇÜK REHBERLER

Yol Dicle’nin koluna girip, Hasankeyf’e ulaştı. Veya tarihte söylendiği gibi Hesna de Kepha’ya, Hısn Keyfa’ya, Cepha’ya, Kastron Piskephas’a... Bundan böyle kasabaya başka isim gerekmiyordu. Nasıl olsa son ismiyle sonsuza kadar yok olup gidecekti. Fotoğraflarda yer alan köprü geçildi, artık turistleri kanıksamış kasabalılara el sallandı ve vadideki yolun sonuna gelindi. Bundan sonrası tabana kuvvet olacaktı.

Bana iki çocuk rehber düştü. Tıpkı Van’da, Harran’da, Kapadokya’da, Mardin’de olduğu gibi tüm tarihi ezbere bilen küçük rehberlerdi bunlar. Hava sıcaktı ve tepedeki kaleye tırmanan yol nefesimi kesiyordu. Kaygan yuvarlak taşlarla kaplanmış antik yoldan oflaya puflaya tepeyi buldum. Zirvede asırlık bir taşın üstüne oturup, terimi kuruturken manzarayı da kuşbakışı toparladım: Karşıda bulutların gölge düşürdüğü boz bir dağ, eteklerinde yarısı yeşil yarısı sarı bir ova, yatağında henüz coşmamış Dicle Nehri, Zeynel Bey kümbeti, 1409 yılında yapılmış El Rızk Camii’nin tek başına kalmış minaresi, kervanları ırmağın karşı kıyısına geçiren ortaçağın görkemli Artuklu Köprüsü’nün bugüne miras kalmış kemerleri, suyun altında kalacak olan evler.

Hasankeyf için anlatılacak çok şey var ama sayfada o kadar yer yok. Bilinen şu ki, şimdi bir köşeye itilmiş bu kasaba bir zamanlar bir türlü paylaşılamamış. Roma’nın olmuş, Bizans’ın olmuş, sonra Artuklu, Eyyubi ve Akkoyunlu sahip çıkmış, yaşatmış, yüceltmiş. Türkiye Cumhuriyeti ise onu bitirmeyi aklına koymuş. Ilısu Barajı’na su tutturup, Hasankeyf’i listeden düşürmeye niyetlenmiş. Tıpkı Halfeti’yi, Zeugma’yı, Allinoi’yi ve diğerlerini olduğu gibi...

İKİ MİDYAT

Hasankeyf’te masal uzundu ama program yoğun olduğu için gitmek gerekti. Önce müze gibi kasaba Midyat yolumuzu kesip beni çok eskilere götürdü. Yıllar önce gittiğimde biri Müslüman, diğeri Süryani olmak üzere iki Midyat vardı. Meyhaneler Süryani tarafında idi. Müslümanlardan içmek isteyenler öte yana geçerlerdi. Kardeş kardeşe bir kasabaydı. Şimdi de öyleydi ama artık Süryani nüfus eskisi gibi kalabalık değildi. Çanları dört bir yanı saran kiliseler cemaat bulmakta zorlanıyordu. İki üç katlı, eyvanlı taş evler ise eskinin görkemini bugünün konuklarına anlata anlata bitiremiyorlardı.

Mor Gabriel Kilisesi’ni ziyaret edip, Mardin’e vardığımızda hava kararmış, şehir dağın zirvesinde, güzel bir kadının boynunu süsleyen pırıltılı bir kolyeye dönüşmüştü. Bu manzarayı görünce, karanlığın ne kadar güçlü bir sihirbaz olduğunu bir kez daha anladım; 60 mumluk ampulleri elmasa, Mezopotamya ovasını denize çevirebiliyordu.

Ertesi sabah çiğ sarı bir ışıkta Mardin’i bir kez daha gördüm. İlki 30 yıl önce olmak üzere beşinci gelişimdi. Dünya alem tarafından korunan bu güzelim kentin taş evlerinin, nasıl olup da her gelişimde biraz daha görünmez olduğuna şaşıp kalıyordum. Yetkililer yeni binaların dış cephelerini Mardin taşı ile kaplayarak çözüm üretmeye çalışıyorlardı. Benim de aklıma tüm yeni binaları yıkmak, dağın eteklerinde kurulmaya başlayan yeni şehre taşımak geliyordu. Bunu söylesem, ‘sivri akıllı’ damgasını yer miydim acaba?

ADININ ÖYKÜSÜ

Mardin’de değişmeyen şeyler de vardı. Asırlardan beri olduğu gibi. Örneğin adının öyküsü hiç değişmemişti:

Plinus’a göre kent adını, Nusaybin civarında yaşayan Mardani adlı Arap kabilesinden almıştı. Ortaçağ’ın ünlü yazarı Procopius kenti, bir kale-kent olarak Margdis diye anıyordu. Daha sonraki dönem Bizans yazarlarına göre, kentin adı Mardes’ti. Diğer kaynaklara göre Persler Marde, Ermeniler Mardi, Araplar Maridin demişlerdi. Bir başka kaynakta da kentin adı, Süryani dilinde kaleler kenti demek olan Marde’den geldiği yazıyordu.

Bütün anıt binalar da bıraktığım gibi duruyorlardı. Örneğin taş ustalarının tüm hünerlerini sergiledikleri Zinciriye Medresesi, kalenin eteğinde kente kuşbakışı bakıyordu. Düz damlarda boğucu yaz gecelerinde karyola işlevini gören ‘taht’lar da yerlerinden oynamamıştı. Dağın bitimindeki sararmış yukarı Mezopotamya da eskisi gibi Suriye’ye doğru uzanıp gidiyordu.

Anılarımı tazeledikten sonra, iki yanı yüksek duvarlarla çevrilmiş, güneşsiz, dar ve baharat kokulu daracık sokaklarda, amaçsız ve adressiz yürümeye başladım. Abbara denen geçitlerle birbirine bağlanan sokaklarda, bugün değil de geçmiş yaşanıyordu sanki. Küçücük dükkanlarında ter döken ustaların ürettikleri eşyalar, büyük kentlerde çoktan kullanımdan kalkmıştı. Örneğin semerler, keçeler, bakır kovalar, çeyizlere konacak oymalı dolaplar... Her köşeyi dönünce değişik bir görüntü karşıma çıkıyordu: Sakatat satan dükkanlar, baharatçılar, kuruyemişçiler, kalaycılar, eskiciler. Sedirlere bağdaş kurmuş olan esnaf müşteri bekliyordu. Hem koku hem havada uçuşan Arapça sözcükler yüzünden, zaman zaman bir Arap kentinin sokaklarında dolaştığımı sanıyordum.

EŞEKLER VE HAMALLAR

Beni en çok şaşırtanlar da, arkalarındaki yüklü sepeti, alınlarına bağlı bir kuşakla taşıyan hamallar oldu. Mardin’de hiçbir sokağa araba girmediği için, bu sırt hamalları çok rağbetteydi. Kentteki her türlü taşıma işini bu hamallar gerçekleştiriyordu. Kentin vazgeçilmez simalarına nedense, ‘senatör’ lakabı yakıştırılmıştı. Öğrendiğime göre bunların sayısı her geçen gün biraz daha azalıyordu. Mardinlilerin dar sokakları aşmakta kullandıkları diğer cefakar bir dost da, katır benzeri beyaz eşeklerdi.

Bu daracık sokaklara, birçok tarihi yapının kapısı açılıyordu: Bir yanda Ulu Cami’nin ulu minaresi, bir yanda Latifiye Camii’nin daracık bir kapıdan girilen avlusu, taşın şiire dönüştüğü Zinciriye Medresesi’nin kapısı, daha aşağıda Mar Mihail Kilisesi’nin çan kulesi, kentin kültürünün renklerini simgeliyordu. Gezilecek görülecek o kadar çok tarihi mekan vardı ki: Kasımiye Medresesi, Şah Sultan Hatun Medresesi, Firdevs Köşkü, Şehidiye Medresesi, Revaklı Çarşı, Mar Mihail Kilisesi... Bunlar ilk hamlede aklıma gelenlerdi.

Daha sonra kente 3 kilometre mesafedeki Deyrülzafaran Manastırı’na gittim. Bu kutsal mekanda, bu topraklarda doğup buradan bütün dünyaya yayılan Süryaniler’in ibadetlerini izledim. Doğduğu topraklarda parmakla sayılacak kadar az Süryani cemaati kaldığını öğrenince, ülkenin bir renginin daha kaybolduğunu düşünüp üzüldüm.

Mardin’e önceki gidişlerimde kalacak temiz bir otel ve yerel yemekleri yiyeceğim bir yer bulmakta zorlanmıştım. Bu gidişimde gördüm ki, bu sorunlar biraz olsun çözülmüş. Bazı eski binalar dış ve iç görünüşleri bozulmadan butik otellere dönüştürülmüş, bazıları da Mardin’in damak çatlatan lezzetlerinin sunulduğu restoran olmuştu. Mardin’den bir kez daha ayrılırken Rido’nun kebaplarının, Erdoba ve Cercis Murat Konaklarında yediğim Irokların, İkbeybetlerin, Lebeniye çorbasının, ekşili dolmaların, kibelerin, kaburga dolmasının tadı damağımda birbirine karışmıştı. Düşüncelerimde ise Süryani şarapları vardı. Anadolu’nun bu asırlık şarabını canlandırmak için bir şeyler yapmak olası mıydı?
Yazarın Tüm Yazıları