Gerçek Indiana Jones’lar ve Kristal Kafatasları’nın Sırrı

Indiana Jones filmlerinin ilki, Kutsal Hazine Avcıları’ydı. Onu, Lanetli Tapınak ve Son Macera izledi. Geçen haftalarda serinin dördüncüsü, Kristal Kafatası Krallığı seyircisiyle buluştu.

Şimdiye dek, yapımcılarına bir milyar doların ve 7 Oscar ödülü kazandıran Indiana Jones’lar, bize 27 yıldır aynı soruyu sorduruyor. Harrison Ford’un canlandırdığı macera düşkünü, deri ceketli, şapkalı, kamçılı arkeoloğun bir gerçeği var mı? Son film, buna bir soru daha ekledi: Müzelerdeki kristal kafataslarının sırrı ne? Indiana Jones’un, zaman zaman mesleğine yakışmayan davranışları olduğu da muhakkak. Ama genç kuşakları bu çok önemli bilim dalına özendirdiği için onu seviyorum.

Amerikalı film yapımcısı, yönetmen ve yazar George Walton Lucas Jr.’un, maceraperest arkeolog Indiana Jones’u yaratırken kimden esinlendiği bilinmiyor. Genç okurlarım için özetlemekte fayda var: 1981’de gördüğümüz serinin ilk filmi, Kutsal Hazine Avcıları’nda (Raiders of the Lost Ark) ünlü arkeolog ve gizli hazine uzmanı, içinde on emrin yer aldığı sanılan kutsal sandığı bulmakla görevlendirilir. Indy, eski sevgilisi Marion’la birlikte, sandığın izini Nepal’den Kahire’ye kadar sürerken, aynı sandığın peşindeki Hitler’in ajanlarının çeşitli tuzaklarıyla karşılaşır.

Üç yıl sonraki Lanetli Tapınak’ta (Temple of Doom), Indiana Jones, Şanghay’daki bir gece kulübünde çıkan kargaşadan son anda kurtulur, Uzakdoğulu küçük yardımcısı ve kader birliği ettiği genç, sarışın şarkıcı Willie ile birlikte Hindistan’a yollanır. Köy çocuklarını kaçırarak madenlerde çalıştıran ve onlara olmadık kötülükler yapan Thuggee tarikatıyla mücadele eder. Hindistan hükümeti, geçmişte var olan Thuggee örgütünün filmdeki gibi çocukların kalbini çıkartmadığını ileri sürerek, bir süreliğine gösterimini yasaklamıştı.

Son Macera’da (The Last Crusade), arkeoloğun babası profesör Henry Jones, Naziler tarafından kaçırılır. Nedeni, Kutsal Kase hakkındaki araştırmaları ve bulgularını not ettiği günlüğüdür. Indy, hem babasını, hem günlüğü, hem de kaseyi Naziler’in elinden kurtarmaya çalışır.

Serinin son filmindeki kristal kafatası meselesi ise, arkeologları neredeyse 150 yıldır meşgul eden, çok sayıda bilimsel araştırmaya konu olan bir bilmeceye dayanıyor.

Yazımın başında da belirttiğim gibi, George Lucas’ın Indiana Jones’u yaratırken kimden esinlendiği bilinmiyor. Ancak ilk filmin çekiminden dört yıl kadar önce, ortağı Steven Spielberg’e, 1940’lı ve 1950’li yılların bazı film kahramanlardan etkilendiğini söylemiş. Lucas’ın keyifle izlediği bu filmler, 20. Yüzyılın başında yaşamış bir kaç gözü pek arkeologun gerçek yaşam öykülerine dayanıyor. Dolayısıyla, Lucas’ın şapkalı, kamçılı hayali arkeologu Indiana Jones, bunların bir sentezi olabilir.

MOĞOL ÇÖLLERİNDEKİ INDIANA JONES

Ünlü Amerikalı kaşif Roy Chapman Andrews, hayali arkeolog Indiana Jones’a en çok benzetilen bilim insanlarının başında gelir. New York’taki Amerikan Doğal Yaşam Müzesi’nin bir yetkilisi, "Kusura bakma evlat, sana göre işimiz yok" dediğinde, liseden henüz mezun olmuştu. "Paspas yapar, tuvalet temizlerim. Yeter ki buranın havasını soluyayım" diyerek çalışmaya başladığı bu ilk ve son işyerinde, Alaska, Japonya, Kore, Çin ve Endonezya’ya yapılan keşif gezilerine katılmış, Batı’nın hiç tanımadığı dev yılanlar ve kertenkeleler, vahşi domuzlar, balıklar ve kuşlarla geri dönmüştü. Zamanın müze müdürü Henry Osborn’un, "Fosiller orada, kumların altında, git bul onları" şeklindeki yüreklendirmesini dikkate almış, haritacıdan zooloğa büyükçe bir ekip oluşturup kendisini Asya’ya, Gobi çölüne, kum fırtınalarının ortasına, iç savaşların ve silahlı haydutların arasına atmıştı.

1922 baharında, onlarca Dodge otomobil, ayrıca yiyecek, benzin ve yedek parça yüklü 125 deveden oluşan konvoyunun önünde, başında kovboy şapkası, elinde silahı, aracının üzerine monte edilmiş makineli tüfeğiyle, Çin Seddi’nin bir kapısından çıktı. Devrimi henüz geride bırakmış Rusların, kontrol etmekte zorlandığı Moğolistan’ın içlerine, bilinmeyen yerlere yöneldi. Bir hafta kadar sonra, çadırının önünde nöbet tutuyordu ki, araçlarından biri, tozu dumana katarak ona doğru yaklaştı. "Bulduk Roy, başardık!" diye bağırdı, kıdemli paleontolog Walter Granger ve cebinden birkaç kemik parçası ve bir gergedan dişi çıkarttı. Bunlar, pek yakınlardaki büyük hazinenin ilk işaretleriydi.

ÇİZMEDE AKREP YATAKTA YILAN

İleriki günlerde, kum taşlarına gömülü olarak buldukları dev bir gergedan çenesi ve çok sayıda iskelet kemiği, paleontoloji tarihinin en önemli keşifleri arasında sayılır. Buldukları, 20-30 milyon yıl önce yaşamış, bilinen en büyük kara memelisinin kalıntılarıydı. Eldeki verilere göre, boynuzu yoktu, 15-20 ton ağırlığındaydı, boyu 7, yüksekliği 5.5 metreydi ve günde en az 2 ton yaprak yemek zorundaydı. Ona, Baluchitherium adını verdiler.

77 yıl sonra Jean-Loup Welcomme öndeliğindeki bir Fransız ekip, Pakistan’ın Belucistan bölgesinde, aynı canlının bu kez tam bir iskeletini gün yüzüne çıkarttı, kuraklıktan kıvranan bu yörelerin, milyonlarca yıl önce ormanlarla kaplı olduğunu yeniden kanıtladı. Ancak Andrews’un Gobi Çölü’nde geçen beş yıllık serüveni sırasındaki önemli keşiflerinden bir diğeri, 13 Temmuz 1923’te rastladığı dinozor yumurtalarıydı.

Andrews ve ekibi, dünya tarihinin çok gerilerinde kalmış hazinelerine ulaşırken, çöl koşullarının sayısız zorluk ve tehlikeleriyle de karşılaştı. Kum fırtınalarında kaybolup giden çadırlar, araçları soymaya kalkan atlı Moğollar, çizmelerden çıkan zehirli akrepler, gecenin dondurucu soğuğundan korunmak üzere yataklara giren yılanlar, Indiana Jones filmlerindeki sahneleri aratmayacak kadar heyecan vericidir.

Bir yandan arayışların giderek tehlikeli hale gelmesi, diğer yandan Çin hükümetinin buluntulara el koymaya kalkması, Andrews’un ABD’ye dönmesine neden oldu. Orta Asya keşiflerinin altın çağı da böylelikle son buldu. Gobi Çölü’nü dünyaya tanıtan, adına dernekler kurulan ünlü kaşif, yer silmeyi kabul ederek girdiği müzede 1942’ye dek çalıştı ve müze müdürlüğünden emekli oldu. Aktör Clint Eastwood’un, yıllar sonra belediye reisi seçileceği Carmel’e çekildi, ölünceye dek hatıralarını yazdı, maceralarını anlattı.

Kristal kafatasları ünlü müzelerde

1850’lerde ortaya çıkmaya başlayan kristal kafatasları, sadece bilimsel araştırmalara değil, gizemli görünüşleri nedeniyle roman ve belgesellere de konu olmuştur. Müze ve özel koleksiyonlarda bulunan 13 kadar kristal kafatasının kökenleriyle ilgili senaryolardan biri, bunların Maya ya da Aztekler tarafından yapılmış olmasıdır. Sular altında kalmış bir kıtada ya da çok uzaklardaki bir gezegende, uzaylılarca üretildikleri de iddia edilir.

Son Indiana Jones filminin dayandığı bu çekici yontular ile Kristof Kolomb’un keşfinden önceki Orta Amerika kültürleri arasında sıklıkla bir bağlantı kurulur. Ancak, müzelerde bulunan kristal kafataslarının hiçbiri, belgelenmiş bir arkeolojik kazıda ele geçmemiştir. Ayrıca, kafatası motifinin sıklıkla kullanıldığı Mezoamerikan kültürünün heykel ve resim sanatına, biçimsel ve teknik açıdan da benzemez. Öyleyse bu kristal kafatasları nereden geliyor, onları kim, neden yaptı?

İlk kristal kafatası, 1856’da British Museum’da sergilenmiştir. Büyük bir olasılıkla aynı yıl, bankacı Henry Christy’den satın alınan kafatası, sadece 2.5 santimetre yüksekliğindeydi. 1863’te Fransızlar Meksika’yı işgal edip Habsburg hanedanından Maximilian’ı imparator yaptılar. Birkaç yıl sonra, kendisini Meksika sarayının arkeoloğu olarak tanıtan Fransız Eugene Boban, elindeki iki kristal kafatasını Paris’teki dünya fuarında sergiledi. Bunu, Mexico City ve Smithsonian müzelerinde ortaya çıkan kristal kafatasları izledi. Birinci kuşak kafataslarının hepsinin boyu iki santimden kısaydı ve ortalarında, yukarıdan aşağıya uzanan birer oluğu vardı.

İkinci kuşak olarak adlandırılan ve normal insan kafası büyüklüğündeki kristal kafataslarının ilki, 1881’de tanıdık bir ismin, Eugene Boban’ın Paris’te açtığı antikacı dükkanında ortaya çıktı. "Dünyada eşi yok" diyerek pazarladığı kafatasını Tiffany&Co şirketine satabilmiş, British Museum da, Tiffany’den almıştır.

O yıllarda Meksika’da henüz arkeolojik kazılar başlamamıştı. 1884’te Meksika’ya giden Smithsonian Enstitüsü arkeoloğu William Henry Holmes, her köşe başında bir antikacı, her antikacıda Kolomb öncesi döneme ait sahte çanak, çömlek ve heykelcik satıldığını görünce, Science dergisinde bir makale yayınlamış ve dünyayı Meksika’daki eser sahteciliğine karşı uyarmak zorunda kalmıştı. Kristal kafataslarının sahte olabileceği akla gelse de, elde bunu kanıtlayacak delil yoktu.

Kristal kafataslarının en ünlüsü, 1943’teki bir müzayedede, derin deniz balıkçısı, araştırmacı zengin Mitchell-Hedges’in, Londralı antikacı Sidney Burney’den aldığı ve gözlerinden mavimsi bir ışık saçtığı söylenen kafatasıdır. Üçüncü kuşak kafatası, altçenesinin ayrılabilir olması dışında, British Museum’dakinin tam bir kopyasıdır.

Cam gözlü arkeolog NelsonCIA ajanı Hibben, Arabistanlı Lawrence

17 yaşına dek okuma yazma bilmeyen Danimarka asıllı Amerikalı Nels Christian Nelson, Indiana Jones’a model olduğu sanılan bir diğer arkeolog. Danimarka, İspanya ve özellikle ABD’nin güney batısında yürüttüğü kazılara stratigrafi, yani katman bilimin prensiplerini uygulamasıyla tanınan Nelson, Roy Chapman Andrews ile hemen aynı dönemde, Moğolistan çöllerine de gitmişti. Ancak onun, Andrews’den farklı olarak tüfeğe ihtiyaç duymadığı, takma gözünü çıkartıp haydutlara doğru tuttuğu anda, onları korkutup kaçırdığı anlatılır.

Büyük hayvan avcısı, arkeolog, antropolog ve yazar Frank Hibben; Roy Andrews’a özenerek çıktığı Moğolistan keşfinde, Amerikan hükümeti adına gizli görevler üstlendiğini, Çin’in batısındaki Lob Nor bölgesine atom bombası deneylerini izleyecek bir gereci yerleştirmeye kalktığında, Çinli askerlerin ateşi altında kalarak yaralandığını aktarır. Aslında Hibben gibi, casus olarak kullanılan çok sayıda arkeolog bulunur.

Örneğin 1917 sonbaharında, Honduras kıyılarındaki bir İspanyol kalesini fotoğraflamaya çalışırken yakalanan Amerikalı Maya kültürleri uzmanı arkeolog Sylvanus Morley’in amacı, geçmişi aydınlatmak değil, Almanların gizli radyo istasyonlarının ve olası denizaltı üslerinin yerini belirlemekti. Tarihçiler, arkeolog Morley’i, Amerikalıların 1. Dünya Savaşı’ndaki en başarılı casusu olarak kaydeder.

İngiliz arkeolog Leonard Woolley ile birlikte Suriye’deki Karkamış kazılarına katılan Thomas Edward Lawrence’in asıl görevi, İngiliz istihbaratı adına, Almanların Berlin Bağdat tren yolu yapımındaki gelişmeleri izlemek ve annesine yazdığı 1914 tarihli mektubunda da belirttiği gibi, "siyasi bir göreve arkeoloji süsü" vermekten öte bir şey değildi. Arabistanlı Lawrence olarak bilinen bu kişinin, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı yürütülen Arap isyanında üstlendiği rol, malumlarınızdır.
Yazarın Tüm Yazıları