Gazi'nin pehlivan şoförünün yazar torunu

Güncelleme Tarihi:

Gazinin pehlivan şoförünün yazar torunu
Oluşturulma Tarihi: Haziran 17, 2016 15:29

Gazi'nin pehlivan şoförünün yazar torunu

Haberin Devamı

 

* İlk kitabını 32 yaşında yazan, üç yıla 3 kitap sığdıran, dedesi Atatürk'ün pehlivan şoförü olan Senem Tekinkoca'nın derdi yazmak. Hayatla hesaplaşma olarak tanımladığı yazma serüveninde aklının onu bir yerden bir yere sürüklemesini, bir sonraki sayfada ne yazacağını bilmemeyi seviyor.

ANKARA Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu olan, kısa bir süre gazetecilik yaptıktan sonra yazarlıkta karar kılan Senem Tekinkoca sohbetin “Bir insan neden yazar?" şeklindeki ilk sorusunu yanıtlarken gülümseyerek “Aslında bu bir yol gibi. Hayat sizi bir yere sürüklüyor, o yola giriyorsunuz ve bir süre sonra yazmaya başlıyorsunuz çünkü kafanızda, ruhunuzda, kalbinizde bir şeyler doluyor taşıyor" diyor. Yazmayı okumanın bir sonraki adımı olarak gördüğünü söyleyen Tekinkoca, “Hayatla hesaplaşma ve hayatta kalma yöntemi gibi" şeklinde konuşuyor. Manevi değerleri yüksek, duygusal, ruhu arızalı kişilerin yazmaya daha çok yöneldiğini anlatırken, “Çocukluğunuzda bir yara varsa, ya da hayatın bir köşesinde belki normal bir insanı etkilemeyecek ama size çok ağır gelen bir şeyler yaşamışsanız ki bunu illa bir dram olarak söylemiyorum, o zaman yazıyorsunuz. Bunaldığım, hayatla hesaplaşamadığım yerlerde nasıl ayakta duracağımı öğretti bana yazmak. Nefes almak gibi bir nevi" diyor.

CİDDİ DİSİPLİN İSTEYEN BİR İŞ

Yazmak için ilham perisi beklemediğini çünkü o ilham perisinin bazen gelmeyebildiğini söyleyen Senem Tekinkoca yazmanın ciddi disiplin isteyen bir iş olduğunu vurguluyor. İlk kitabını gece yazdığını anlatan genç yazar, “Gece 22.00'de oturup sabah 06.00'ya kadar yazıyordum. Ama ikinci kitabımı sabah çok erken kalkıp yazmaya başladım mesela. Öğlene kadar yazıyordum. Üçüncü kitabım ise daha günün içerisine yayılan bir kitap oldu. Kitap yazdığım dönemde günün 7- 8 saatini yazmaya ayırıyorum" diyor. Üç yılda üç kitap yazan yazar dördüncü kitabıyla ilgili notlar tutmaya başladığını da söylüyor gülerek. Karakterleri oluşturmaya başladığını, notları birleştirdiğini söylerken yazma döneminin 6-7 ay ev ortamında sadece kahve kupalarıyla geçen stresli bir dönem olduğunu itiraf ediyor.

HİSSETTİĞİM DUYGU ÖLÜMSÜZLÜK OLDU

“Gerçek hayattaki bazı insanları romanlarınızdaki kahramanlarda yaşatır mısınız?" sorusuna “Günlük hayatta farkında olmadan kendimi doldurduğum çok fazla karakter var. İsimlerimi bilmediğim, yüzlerini belki hatırlamadığım ama karakterinden bir şey alıp sepetime attığım çok fazladır" şeklinde yanıtlayan yazar, ilk kitabını eline aldığında hissettiği duyguyu ise “Ölümsüzlük" olarak tanımlıyor. Kitabı eline aldığında hayalini gerçekleştirmenin kendisine tuhaf bir güç kazandırdığını itiraf ederken, çocukluk yıllarından bu yana kitaplarla arasının hep çok iyi olduğunu, çok okuduğunu söylüyor. “Bir gün yazacağınızı hayal ediyor muydunuz çocukluk yıllarınızdada?" sorusuna ise “Kesinlikle. Aslında en büyük hayalim buydu. İster istemez adını koymasam da bunu yapacağımı biliyordum. Ortaokul yıllarında hissetmiştim bunu" yanıtını veriyor.

Bomboş bir deftere yazmanın çok kolay olmadığını da vurgulayan Senem Tekinkoca “Bomboş bir deftere ne zaman neyi ya da hangi karakteri yazacağınızı bilmiyorsunuz. Sıfırdan bir şeyi yaratma süreci çok sancılı" şeklinde konuşuyor.

YARISINI YAZDIĞIM KİTABI ÇÖPE ATTIM

Senem Tekinkoca “Sanki ailelerinde kuşaktan kuşağa aktarılan masalları olan bireyler yazmaya daha yatkın oluyor. Siz de öyle düşünüyor musunuz?" sorusuna “Ailelerinde masalları olan insanlar daha zengin oluyor. Bir şeyler birikiyor ve belki de onun için bu insanlar yazmaya yöneliyor" yanıtını veriyor.

Bazen yazmaya başlarken kafasında olan hikayenin süreç içinde değiştiğini de anlatan Senem Tekinkoca, sözlerini şöyle sürdürüyor:

“İkinci kitabım Zaman Mühürcüsü mesela. Çok ilginçti. Kafamda bir han hikayesi vardı. Makedonya'ya gittim bu hikaye için. Üsküp'te Kurşunlu Han'a gittim. O hanı ziyaret edecektim. Ancak görevli hanın mühürlü olduğunu söyledi. İçeri giremedim. Çok üzüldüm tabii. Görevli neden mühürlü olduğuyla ilgili bir şey söylemedi ama biraz sıkıştırınca handa bir hayat kadınının öldürüldüğünü ve bu nedenle mühürlendiğini anlattı. Bunu öğrenince yarısı bitmiş olan kitabımı çöpe attım ve yeni baştan farklı bir hikayeye başladım. Handa öldürülen hayat kadınının kökleri Türkiye'ye kadar geldi o kitapta. Kesinlikle doğaçlama oldu. Garip bir şekilde öldürülen o kadının masumiyetini hissetmiştim ve kitapta hayatın mağdur ettiği masum bir kadın karakter ortaya çıktı."

SAĞLIKLI BİR SÜREÇ OLMUYOR

Senem Tekinkoca, “Kitap bitene kadar yazdığınız karakterlerle mi yaşıyorsunuz?" sorusuna “Kesinlikle öyle oluyor. Çok sağlıklı bir dönem değil. O karakterler oluşurken hepsinin ruhuna dahil oluyorsunuz. Benim kafamdan çıkıyor ama hepsi ayrı ayrı karakter. Yani 5- 6 ruh halini, 5- 6 ayrı yaşam hikayesi olan karakteri ve onların psikolojik sorunları da dahil olmak üzere bir sürü sorunu aynı anda hissedebiliyorsunuz. Kendinize ait bir hayat varken, karakterlerle 5- 6 hayatı bir anda yaşamaya başlıyorsunuz. Bu durum zorlayıcı ama kalp için besleyici bir şey. Empati yeteneği arttırıyor" diye yanıt veriyor.

Yazma sürecinin kendisini asosyalleştirdiğini anlatan Tekinkoca yakınlarına çok zaman ayıramadığını, eve kapandığını ve enerjisini karakterlere verdiği için 'Senem'e vakit kalmadığından yakınıyor gülerek.

KÖKLERİ İRAN'IN TEBRİZ ŞEHRİNDEN

Genç yazar “Yazmadan önce yazacaklarınızın tamamı kafanızda var mı yoksa yazarken mi ilerliyor hikaye?" sorusuna şu yanıtı veriyor:

“Aslında yazarken çok değişiyor. Benim iki kitap da hiç kafamdaki gibi olmadı. Ailemin bir İran hikayesi var. Anneannemin dedesi, benim büyük büyük dedem İran'ın Tebriz şehrinde yaşıyormuş. Büyük büyük dedem kızkardeşini bir kıskançlık yüzünden vurunca çok üzülmüş bu yaptığına. Çocuklarını toplayıp at üstünde uzun bir maceradan sonra Ankara'ya yerleşmişler. Çocuklar küçükmüş. O çocuklardan biri de anneannemin babası olan Ahmet Fahri Uçar. Ben İran'la ilgili bir hikaye yazmak istiyordum, köklerim oradan olduğu için ama yazdığım kitapta küçücük bir nokta kaldığını gördüm. Hiç kafamdaki gibi olmadı. Bambaşka bir süreç oldu. Nasıl ki bir insanla tanıştığın zaman onu keşfetmeye başlarsın, kafamda bir karakter oluşmaya başladığı zaman onu keşfetmeye başlıyorsunuz. Bir süre sonra onlar beyinden çıkmaya başlıyor. Onun ruhuna göre hissetmeye başlarken onun kalbini tanıyorsunuz."

ATATÜRK'ÜN ŞOFÖRÜ OLAN DEDEM

Annesinin dedesi olan Ahmet Fahri Uçar'ın çocukken Ankara'da limon satmak dahil bir çok iş yaptığını söyleyen Senem Tekinkoca, büyük dedesinin en büyük hayalinin araba kullanmak olduğunu anlatıyor. “Bu hayalinin sonunda büyük dedem Atatürk'ün şoförü olmuş" diyen Tekinkoca sözlerine şöyle devam ediyor:

“Büyük dedem Ahmet Fahri Uçar'la aile olarak her zaman gurur duyduk. 1996 yılında vefat etti. Vefat ettiğinde 'Atatürk'ün pehlivan şoförü öldü' diye haber olmuştu. O zamana kadar biz Atatürk anılarıyla büyüdük. Dedemin kullandığı araba Anıtkabir'de sergileniyor. 1932 yılında Ankara'da en iyi araba kullanan az sayıdaki asker arasından seçilmiş. Ve ölene kadar da Ata'ya hizmet etmiş. Çok anı var tabii ama benim hatırladığım mesela 1938 yılında son görev olarak Dolmabahçe'ye doktoru dedem götürmüş. Mesela bir gün Atatürk pehlivan olan dedeme demiş ki 'Gel bakalım bir güreş tutalım'. Dedem çok heyecanlanmış. Güreş tuttuklarında ilk kez Atatürk'ün gözlerine bu kadar yakın olduğu için çok mutlu olmuş. Dedeme Uçar soyadını da Atatürk vermiş. Hızlı araba kullandığı için vermiş bu soyadını. Dedem vefat ettiğinde ben çocuktum. Yine de çok dikkatle dinlerdim anlattıklarını ama şimdi olsa dedemin karşısına oturur en ince ayrıntısına kadar her şeyi anlattırırdım."

GÖRDÜĞÜM HERŞEY KALBİMDE YER BULUYOR

Bazen hayata uzaktan baktığı ve izlediği dönemler olduğunu anlatan Senem Tekinkoca “O dönemlerde ya tepeden bakarsınız ya kendinizi çekersiniz bir şeyleri gözlemlersiniz" diyor. O dönemlerde zamanın kendi içinde durduğunu söyleyen Tekinkoca hayatı seyretmeye başladığında gördüğü her şeyin kalbinde yer bulduğunu vurguluyor. “Bunu en çok sosyal medyada hissediyorumö diyen yazar şöyle devam ediyor:

“En basit örnek, bir tarafta Suriyeli bir çocuk öbür tarafta bir annenin çocuğu için yaptığı şahane doğum günü partisi. Bunları gördüğüm zaman tam ortada bir yerde durup 'Bu hayat ne kadar garip bir yer' diyorum. Gördüğüm her şey kalbimde yer buluyor. Bu zor bir süreç. Çünkü kalbinizi ve ruhunuzu paslandırmıyorsanız bazı şeylere dayanmak kolay olmuyor. Güçlü biri olduğumu düşünüyorum ama hayata baktığım zaman gördüklerim yaralıyor beni."

KONTROL ETMEDİĞİMİZ ZAMAN DAHA GÜZEL

Tasavvufun hayatında önemli bir yer tuttuğunu belirten Senem Tekinkoca, köklerinin geldiği İran'ı araştırırken İslam bilginlerinin eserlerini okumaya başladığını, Şems-i Tebrizi, Mevlana, İmam Gazali, Erzurumlu İbrahim Hakkı ve İbn'ül Arabi'nin hayatında çok farklı bir kapı açtıklarını anlatıyor. Tekinkoca tasavvufla ilgili okumaya ve öğrenmeye devam ettiğini belirtirken şunları anlatıyor:

“Hayat, kontrol etmeye çalıştığım dönemlerde hep beni bir yerlerden silkeledi, sen kontrol edemezsin diye. O dönemde maneviyatın çok önemli olduğunu hissettim. Hayatta yaşadığımız hiçbir şey tesadüfi değil. Bunu kavradığınız zaman kontrolü bırakıyorsunuz. Kaderine güvenmeyi öğreniyorsunuz. Başınıza ne gelirse gelsin onun sizi bir yere sürükleyeceğini öğreniyorsunuz. Hayat kontrol etmediğimiz zaman çok daha fazla güzel. Çünkü sürekli size bir şey getiriyor."



Röportaj: Selma KUNAR/ANTALYA, (DHA)

Fotoğraf: İbrahim LALELİ/ANTALYA, (DHA)

FOTOĞRAFLI

==== KUTU 1 ====

ÜÇÜNCÜ KİTAP 'ÇALINTI KALP'

Önümüzdeki günlerde okurlarını üçüncü kitabı 'Çalıntı Kalp' ile tanıştıracak olan Senem Tekinkoca bu kitabının gerçeküstü bir polisiye olduğunu söylüyor. Tekinkoca “Kitaplarımda hep bir sırrın ortaya çıkmasını sevsem de polisiye, denemediğim bir tarzdı aslında. Konusuna gelince, Süreyya Operası'nda sahnelenen Abdülaziz'in Valsi eserinde Londra'dan kaçırılan tarihi bir el yazması kullanılmaktadır. Suriye ve Irak savaşı sonrası Londra ve New York'a kaçırılan eserleri müzelerden ve koleksiyonerlerden çalarak yeniden doğu topraklarına getirmek için uğraşan tarihi eser kaçakçısı bir imam, o gece operanın kulisinde ciltli bir defterle her şeyi açığa çıkaracakken silahlar patlar ve antika dükkanı sahibi genç bir kadın olan Leyla Zarif'in, dedektif Çetin'in, polis memuru Nejat'ın, cemiyet hayatının ünlü isimlerinden Roza Perityan'ın, Beyrutlu kalp cerrahı Rauf Hamedi'nin, İmam Şizam'ın ve Rasim'in hayatları tuhaf bir zamanın içinde birbiriyle kesişir" diyor. Genç yazar kitabın İstanbul Üsküdar'da bir caminin avlusundaki mezar taşından çıktığını anlatırken “Hikaye Üsküdar Rumi Paşa Cami'nde bir mezar taşına bakarken çıktı" diyor.

 

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!