Galler Prensesi Diana

Galler Prensesi Diana, geçtiğimiz hafta içinde Paris’te bir trafik kazasında öldü. Cümleyi ilk yazdığımda ‘elim bir trafik kazasında öldü’ demiştim, sonra vazgeçtim. Kazanın, hele ölümle biteninin elim olmayanı hiç düşünülebilir mi? Her ölüm kendi içinde bir trajedi içerir elbette. Yaşamak, şairin dediği gibi, güzel şey. Kazayı ilk duyduğum andan hemen sonra Britanya Televizyon Kurumu BBC’nin haberlerini izler oldum. Sayısız yorum dinledim. Bizim gazetelerde yayınlanan sayısız köşe yazısını okudum. Gazetede yazılarımla yakından ilgilenen sevgili Emel Armutçu’nun bütün itirazlarına ve ‘siz de mi!’ protestolarına rağmen ben de bu konuda bir şeyler yazmak istedim. Açık seçik ifade etmeliyim ki, Prensesin sabık eşi Galler Prensi Charles’a yıllardır duyduğum sempati nedeniyle haber beni daha yakından ilgilendirdi. ‘Sen bir garip Türksün, Britanya tahtının varisi Charles’dan sana ne?’ diye sorabilirsiniz. Britanya tahtının varisi ünvanı ile Charles beni elbette ilgilendirmiyor. Benim dikkatimi çeken Charles, yıllardır büyük bir sabır ve özveriyle ülkenin geleneksel tarım ürünlerini ayakta tutmaya çalışan bir yiyecek meraklısı bir devlet adamı. Charles’ın kendi çiftliğinde yetiştirdiği ürünler ile yapılan geleneksel ekmek çeşitlerini yemiştim. Tatları hâlâ damağımdadır. Yine Charles’ın desteklediği geleneksel yöntemler ile imal edilen peynirlerin ise ne kadar müthiş tatlar içerdiğini anlatabilmem için eşref saatimde ayrı bir yazı yazmam gerekir. KÜLTÜREL MİRASGaller Prensi Charles’ın kendi ülkesinin geleneksel yiyeceklerini destekleyişindeki ilgi, sevgi ve coşkunun bu işin meraklılarını heyecanlandırmaması mümkün değil. Üstelik unutulmamalı ki, İngiltere -mesela Fransa gibi- tarım ürünleri ile ünlü bir ülke değil. Fransa’da bugün bile tarım sektörü büyük bir ağırlık taşır. İngiltere ise, sanayi devriminin anayurdu olarak, tarımın gayri safi milli hasıla içinde payının çok daha geride olduğu bir ülke. Dolayısı ile buradaki gaye paradan çok, entellektüel bir çabanın başarıya ulaşabilmesi. Bir fikrin, bir dünya görüşünün hayata geçirilebilmesi. Doğrusunu söylemek gerekirse, yiyecek-içecek alanında, mimari mirasın korunması konusunda böylesine ciddi bir kültürel mirasın kurtarılması çabası içindeki bir devlet adamının eşi olarak Diana biraz sığ bir kadın olarak göründü hep gözüme. Ben Barbara Cartland’ın romanlarından, Brezilya dizilerinden zevk alabilme şansına hiç kavuşamamış biriyim. O yüzden Diana-severlerin beni affetmelerini istemek zorundayım. O ‘Halkın Prensesi’ ünvanını hak etmiş olabilir ise de bu ünvan beni pek etkilemiyor. HALK KAHRAMANLARIAncak ortada toplumbilimsel bir olgunun varlığı da inkar edilemez bir gerçek. Ege Cansen üstadımız yazılarından birinde aynen şöyle yazmış: ‘İngiliz halkı için Prenses Diana neydi? Niçin o resmi bir ‘ikon’ (kutsal tasvir) olmuştu? Neden İngiliz Başbakanı ona ‘halkın prensesi’ demiş ve nasıl olup da bu sıfat şak diye yerine oturmuştu? Halk, bu ölümle ne kaybetmişti?’ Sonra da anladığını şöyle kaleme almış: ‘Anladığım şudur: Diana, halkın, yani toplum içinde bir ayrıcalığı olmayanların ‘sahip olduğu’ ayrıcalıklı bir üst kimlik idi. O, adına ‘hayatım’ denilen filmin kahramanıydı. Hayat filminin mütevazi oyuncuları, onun şahsında ‘kahraman’laşıyordu. Hayattan daha fazla zevk alıyor, kendilerini daha yüce hissediyordu. Diana, sıradan insanın mutluluk kaynağıydı.’ Hele ‘son söz’ harika! ‘Halkın kahramana ihtiyacı, kahramanın halka ihtiyacından büyüktür’ diyor Ege Cansen üstadımız. Yiyecek-içecek dünyasında da son yıllarda şeflerin yemek yapan adamlar olmaktan çıkıp birer film yıldızı gibi ‘sosyetenin kreması’ arasında boy göstermesi böyle birer ikon yaratma güdüsünden kaynaklanıyor olmalı diye düşünüyorum. Doğrusu bunu bazen yazılarımda teşvik ettiğim için kendimi de suçlu sayıyorum. Şeflerin zenaat sınırını aşıp birer sanatçı olmasına diyecek yok. Ama ben -itiraf etmeliyim ki- bununla yetinenlerden değilim. Genç şeflere verdiğim kurslarda onlara ‘toplumsal ilişkiler’ini arttırmalarını önerip durmaktayım. Açıkça söylemiyorsam da, biraz Batılı örneklere benzemelerini dilediğimi belirtiyorum. Artık gökyüzündeki yıldızlar bize yetmiyor anlaşılan. Yeryüzündeki yıldızlar yüzyılımızın belirleyici en önemli öğeleri haline dönüştü. Gelecekte gökyüzündeki yıldızlara bakarak esin alan ve yeryüzündeki putları yıkacak yeni peygamberler ortaya çıkarsa hiç şaşırmamak gerek.TÜRKÇE KÖŞESİDilimizin kötü kullanımı şu aralar beni çok rahatsız ediyor. Dilini seven biri olarak, gerçek tehlikenin dilin gramer yapısının bozulması olduğunu görüyor ve bundan çok korkuyorum. Bu yüzden yanlış kullanımlar konusunda çok hassasım. Hele basında yapılan hataları asla affedemiyorum. Bazen dikkatsizce kaleme alınmış kendi yazılarımdaki bu tür yanlışları görünce kahroluyorum. Hukuktaki deyimle, ‘sui misal emsal teşkil etmeyeceğinden’ benim kötü örneğimin başkalarına da aynı hakkı vermediği apaçık bir gerçek. Geçtiğimiz hafta içinde iki büyük gazetemizde rastladığım birkaç kötü kullanıma örnek vereyim.Bir spor yazarımız, hakemlerle ilgili bir makalesinde muhtelif dedikoduları aktardıktan sonra, yazısının can alıcı bir yerinde aynen şöyle bir cümle kullanıyor: ‘Bu diş doktoru tanımlamasının altında bir bilinç var.’ Açıklama bir sonraki cümlede: ‘Yine bir diş doktoru olan Çakar da bu suçlamadan payını alıyor.’ Maksat anlaşılmakta ise de, ifadenin yanlışlığına kimsenin itirazı olamaz herhalde.Bir başka köşe yazarımız, parayla ilgili bir konuda ‘mali portre’den sözediyor. Bunun bir dizgi yanlışı olduğunu sanıyorum. Ancak hata ertesi gün düzeltilmediğinden, okuyucuları aydınlatmak için söylüyorum: Doğrusu ‘mali porte’ olacak. Burada sözkonusu olan resimdeki ‘portre’ değil, müzikteki ‘porte’.Bir siyasi köşe yazarı, Nixon-Kruşçof görüşmesinden bir bölümü şöyle aktarıyor:‘Bizim elimizdeki nükleer silahlarla her Amerikalıyı ancak birer defa öldürebiliriz biz.’ İşte sözünü ettiğim asıl felaket bu! Cümle bütünüyle İngilizceden Türkçenin mantığına aykırı biçimde yapılmış bir çeviri havasında. Doğru Türkçe kullanılmış olsaydı ya baştaki ‘bizim’ ya da sondaki ‘biz’ sözcüklerinden biri atılmış olurdu. Cümleyi dediğim şekilde okuyacak olursanız, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız sanırım.Madem ‘asıl felaket’ten sözettim, biraz bunu açayım. Türkler ‘banyo almaz’, yıkanır; ‘taksi almaz’, arabaya biner. Örnekleri kolayca çoğaltabileceğimi siz de biliyorsunuz. Yukarıdaki deyişler Fransızca, İngilizce ve diğer Batı dillerinden çeviridir. Türkçenin mantığı bunları reddeder ama züppeler bu deyimleri inanılmaz bir ısrarla savunur.
Yazarın Tüm Yazıları