Fransızlar eskiye göre daha az şarap tüketiyor

Paris'in II'inci bölgesi, orta alt sınıfların oturduğu alçakgönüllü bir semtti. Ne zaman ki opera açıldı, II'inci bölge de yavaş yavaş değişmeye başladı.Önce kiraların ucuzluğunu fırsat bilen sanatçılar geldi. Sonra sokaklar şenlendi. Kitapçılar, galeriler, her keseye ve her mideye uygun lokantalar, günün gözde müziklerini çalan barlar, adlarını ve adreslerini sadece müdavimlerinin bildiği gizli gece kulüpleri derken Bastille, Paris gece hayatının vazgeçilmez adreslerinden biri oldu.Bu değişime bozulan eski kabadayılar ve yıllarca yollarını arşınlamış Tatlı İrmalar biraz hır gür çıkardılarsa da sonra kaderlerine boyun eğdiler. Bir kısmı şehrin daha kuzey mahallelerine göçtü, bir kısmı kaldı ve bu renkli mozaikte yerini aldı.Para kokusu alan yatırımcılar köşe başlarını tuttu. Binalar yenilendi, kiralar fırladı ve Bastille artık burjuvaların akınına uğradı. Sokaklarında şıkıdım kadınların, dövmeli motorcuların, dazlaklarla küreselleşme karşıtlarının, sanatçılarla politikacıların yürüdüğü, küçük cafelerinde felsefe ve şiir matineleri düzenlenen, minik tiyatrolarında genç yazarların oyunları sahnelenen renkli, hareketli bir yer olup çıktı.İkinci Dünya Savaşı'nda müttefik ordularının karargáhı olarak kullanılan, gelmiş geçmiş bütün ünlüleri ağırlamasıyla bilinen bin yıldızlı Crillon otelinin şarap-tadımcısı Michel Moulherat kendi dükkánını açmaya karar verdiğinde bu semti seçenlerden biri.Çince dahil 7-8 dil konuşan Michel'in dükkánı farklı. Uzun yıllar özenle topladığı 16-17'nci yüzyıl Japon antikalarının ve şarap yapımında kullanılan alet edevatın sergilendiği dükkánda içinde kükürt ve şeker bulunmayan, yani işlemden geçirilmemiş şaraplar satılıyor.Bilirsiniz hiçbir Fransız biz sıradan insanlar gibi ‘‘şarap’’ içmez. Onların da içtikleri şaraptır ama bu şarapların en az üç adet sıfatı vardır: Şarap tazedir, eskidir, çiçeklidir, gövdelidir, doludur, odunsudur, tütünlüdür, meyvelidir, derilidir, yani mutlaka bir şeylidir.O akşam da Michel bana ve arkadaşlarıma on dört dereceyi bir nebze geçmeyen dükkánında çeşitli şarapları tattırırken uzun uzun anlattı. Önce filtre edilmemiş bir şişe Bourgogne içtik. Alain Quillot (10.5 Euro) dolu bir şaraptı. İkinci şişe Cote du Rhone Villages ‘‘Les Hauts Gremenon’’ (12 Euro) çiçekli ve zarifti. Üçüncü şişe Sauvigny les Beaunes (22 Euro) inceltilmişti. Dördüncü şişe Cote Rotie ‘‘Cote Brune’’ (43 Euro) bilmiyorum artık neydi.Bu aralar Fransa'daki şarap üreticileri hayli dertli. 1930'larda ülke nüfusu 45 milyon iken Fransızların yılda tükettikleri şarap miktarı yaklaşık 85 milyon hektolitre imiş. 2003'e gelindiğinde nüfus 65 milyonu geçmiş ama şarap tüketimi 60 milyon hektolitreye inmiş. Bu miktarın da hepsinin tüketilemediği kalan şarapların alkol olarak kullanılmak üzere hastanelere dağıtıldığını söylüyor.Zamanında burun kıvırıp alay ettikleri Kaliforniya, Yeni Zelanda, Şili ve Güney Afrika şaraplarının uluslararası piyasalarda önemli bir paya sahip olduklarını ama bugün için Fransız şarapçılığının içine düştüğü sıkıntının sadece bu olguyla açıklanamayacağını belirtiyor.Ona göre, eskiden kara tütünden yapılmış sigaralarını tüttüren, bol soslu yemeklerini afiyetle yiyen, galon galon şarap deviren Fransızlar gitmiş yerine, erken kalkan, kahvesini içmeden spor yapan, yemek yerine yeşillik gevelerken iki litre de su içmeye özen gösteren zombiler gelmiş. Laf döndü dolaştı Türkiye'ye ve uzun yıllar boşlandıktan sonra şimdilerde bizim topraklarımızda da şarap ve şarapçılığın yavaş yavaş önem kazandığına geldi.Taa İstanbullardan kalkıp gitmişim, soğuk moğuk dememiş, gıkımı çıkarmadan şarabımı içmişim, Michel esirgemedi, Türk şarap üreticilerine ve şarap severlerine iki mesaj gönderdi.Birincisi ve önemlisi son yıllarda Fransa'da üzümlerin toplandığı anda soğuk hava depolarında bir gece bekletilmeleri ve ertesi gün sıkılmaları. Bu işlem üzümün ekşimesini önlüyor ve şarabın hem daha uzun bekletilmesine hem de daha ‘‘incelmesine’’ olanak sağlıyormuş.İkinci de kendisine bir telefon etmek yeterliymiş. İsteyene istediği şarabı gönderirmiş. Benden söylemesi. Sizden istemesi. LA CAVE DE L'INSOLITE: 30, Rue de la Folie Mericourt 75011-PARİS Tel: (0033) 01 53 36 08 33BİR YAZAR: GrangeBİR KİTAP: Kurtlar İmparatorluğuBİR KALEM: NamikiSimone de Beauvoir'ın, Sartre'ın, Boris Vian'ın neredeyse her gün gittikleri bizim de yıllar sonra Beckett'e rastlayıp baygınlıklar geçirdiğimiz Les Deux Magots Kahvesi’nde dipteki bir masada, karşısındaki kadına hararetli hararetli bir şeyler anlatan adamı gösteren arkadaşım, ‘‘Kim olduğunu biliyor musun?’’ diye sordu. Hayır, tanımıyordum. Sivri suratlı, gümrah saçlı, dünyanın neresinde görürseniz görün Fransız olduğuna kalıbınızı basacağınız ufak tefek, siyah dik yakalı kazaklı, kırmızı atkılı adam, meğer ünlü gerilim romanları yazarı Jean-Christophe Grange imiş. Olur a ilgilenmedim, ama ne zaman ki arkadaşım son kitabı ‘‘Kurtlar İmparatorluğu’’nun bir ayda iki yüz binin üstünde sattığını ve sözkonusu kitabın konusunun Paris'te yaşayan Türkler arasında geçtiğini söyledi, merak ettim.Yanımda fotoğraf makinesi ve kanımda gazetecilik virüsü taşımadığım için yanına gitmedim. Ama çıkar çıkmaz, iki adım ilerdeki kitapçıya gittim ve Balthus'ün Anıları, yazdığı Aşk Mektuplarının yanında o da ne? Grange. Satın aldım. İzleyen günlerde, metrodaki her üç kişiden birinin elinde sözkonusu kitabı görünce ve Allah kahretsin konu mankenlerinin de eski ülkücüler olduğunu bilince dayanamadım okumaya başladım. Yok yok. Cinayetler, yolu Gaziantep'ten Paris'e düşenler, belleğini yitirmiş casuslar, her şey hatta Alparslan Türkeş, Oral Çelik ve Tansu Çiller bile var.Nasılsa yakında Türkçeye çevrilir ve Grange-sever okurlar Türk ülkücülerinin nelere kadir olduklarını bir de onun kaleminden okur. İşin tadını kaçırıp burada kitabın sonunu anlatacak değilim.Benim derdim başka. O gün uzaktan uzağa adamı izlerken, bir not almak için cebinden çıkardığı dolma kaleme taktım ve Doğan Hızlan'ı hatırladım. Bilse bilse bu kalemin ne olduğunu ancak o bilir diye düşündüm.İster inanın ister inanmayın birkaç gün sonra yolum Point-Plume mağazasına düştü ve orada Namiki kalemlerini gördüm.Japon Maki-E ustalarının sınırlı sayıda ürettikleri dolma kalemlerden edinmeniz için paralı olmanız değil ya kitapları 40 milyon satan bir yazar ya da tüm servetini gözünü kırpmadan bu uğurda harcayabilecek kadar deli olmanız lazım. Böyleleri yok mu? Elbette var.Biri Grange.Ya öbürü? İşte onun da adı bende saklı.
Yazarın Tüm Yazıları