Fransız gözüyle 24 saat İstanbul

EN meşhur geyiklerimizdendir.

Yolu herhangi bir Batı ülkesine düşen ‘modern’ kızımız, Türkiye’ye döndüğünde yaşadığı büyük hayal kırıklığını hevesli bir şekilde anlatmaya başlar:

‘Ay vallahi bizi tanımıyorlar şekerim... Düşünebiliyor musun? Bizim develerle seyahat ettiğimizi zannediyorlar. Türkiye’de herkesin kara çarşaflı olduğunu filan sanıyorlar. Benim Türk olduğumu öğrendiklerinde inanamadılar.’

Bu yakınmanın ardından da feci sıkıcı bir ‘Kendimizi tanıtmalıyız’ geyiği başlar ki aman Allah korusun!

Bu konuda bazı kızlarımız ise ‘bireysel yırtma’ peşindedir.

Mesela bir ‘manken’imizin, bir ‘Hollywood starı’yla yaptığı röportajda şöyle eğlenceli bir bölüm vardı:

Hollywood starı: Hiç Türk’e benzemiyorsunuz.

Mankenimiz: Öyle mi? Çok teşekkürler.

Gördünüz mü?

Türk’e benzetilmemek, nasıl da ‘zarif bir iltifat’ olarak algılanıyor.

Aslında o ‘manken’imizi hor görmemeliyiz.

Çünkü kendisi Türklerin ulus olarak yanlış tanınma sorununu aşamayacağını fark etmiş ve ‘bireysel kurtuluş’ yoluna sapmış bir bireyimizdir.

Ve fakat...

Devasa sorun şudur:

‘Ah şu çılgın Türkler’, yani ‘Büyük kara kalabalık’ kendisini nasıl kurtaracak?

Hemen söyleyelim:

Onların kurtuluşu hálá ‘tanıtım’dan geçmektedir.

***

İşte bu yüzden Fransız TV 5 Kanalı’nın ‘24 Saat İstanbul’ başlıklı yayınına büyük önem atfettim.

Dikkatle izledim.

Benim çıkardığım sonuç şudur: ‘Türklerin kurtuluşu tanıtımdan geçer’ yargısını bir daha düşünmeliyiz.

Nedenini tuttuğum notlar aracılığıyla anlatmaya çalışayım:

BİR: Tamam, 24 saatlik yayında deve yoktu, kara çarşaflı kadınlar yoktu, çöl yoktu, Arap havası yoktu... Ama epey gıcık ve rahatsız edici bir Fransız bakış açısı vardı. Her karesinde ‘Türkler bizden farklıdır’ mesajı nasıl verilebilir kaygısıyla hazırlanmış belgeseller sinir bozucuydu.

İKİ: ‘İstanbul’un vapurları’ dendi mi bizim aklımıza Melih Cevdet Anday’ın şiirinden Sezen Aksu’nun yaptığı beste gelir. Yani ‘Simitçi, kahveci, gazozcu / Şinanay da yavrum şina şinanay / Şinanay da şinanay hoppa şinanay’ diye özetleyebileceğimiz ferah, eğlenceli, hayat dolu bir hava. Fransız ise ‘İstanbul’un vapurları’nı, alabildiğine kasvetli, ruh sıkıcı ve karanlık yansıtmış. Kamera vapurda gülmeyen insanlara odaklanmış. Gülen iki kişi var: Biri kahveci, diğeri simitçi... Ama Fransız yönetmen, onlara da ‘kasvetli vapurların soytarıları’ rolünü vermiş.

ÜÇ: Fransızların ‘Türk kadını türbanlı olur’ yargısını pekiştirmek için gösterdikleri olağanüstü çaba, ‘türban’ konusunda ‘özgürlük’ dışında bir çözüm yolu görmeyen beni bile çileden çıkarmıştır. Düşünün: İstiklal Caddesi çekimlerinde bile türbanlı olmayan kadın yok gibiydi.

DÖRT: Tamam, İstanbul bir çelişkiler kentidir. Ama durum böyle diye, İstanbul’un bir ‘balet’ ile ‘piyangocu kız’ aracılığıyla tanıtılmaya kalkışılmasının bir ‘Fransız zorlaması’ ve bir tür ‘çelişki avcılığı’ olduğunu söylemekten kaçınamayız.

BEŞ: ‘Mustafa Kemal Atatürk’ belgeselinde Atatürk’ün ender yayınlanan görüntülerinin bir bütünlük içinde ve sesli olarak sunulması, Fransızların başarısı değil, arşivindeki Atatürk görüntülerini doğru dürüst yayınlamayan Türklerin ihmalkarlığıdır.

ALTI: Gelin-kaynana programları konusunda Seda Sayan’ın analizlerine yer verilmesinin ardından şu soru kafalara takılmıştır: Fransızlar Seda’yı sosyolog filan mı sandılar?

Sarıgül ‘hayatım’ dedi

FRANSIZ TV 5’in ‘24 Saat İstanbul’ yayınında balet Tan Sağtürk ile Mustafa Sarıgül arasındaki muhabbetin sonu şöyle bitti:

TAN SAĞTÜRK: Teşekkür ederim başkanım.

MUSTAFA SARIGÜL: Hayatım, sendeki gözlerin güzelliği bende olsa dünyayı fethederdim.

TAN SAĞTÜRK: (Mahcup bir şekilde) Teşekkürler, sağ olun.

MUSTAFA SARIGÜL: Ya vallaha, şu gözlerin güzelliğine baksana. Ha! Ha! Ha!.

Evet. Bu muhabbet, Sarıgül’ün şakacıktan Tan’ın göbeğine vurmasıyla bitti.

Şimdi bu olay da bir ‘yanlış tanıtım’ olarak değerlendirilemez mi?

Tamam, bizim için çok sıradandır, geleneksel sıcakkanlılığımızı yansıtır filan ama bizim kültürümüze yabancı Fransızlar ne derler bu işe?

Dedik ya: Şu ‘tanıtım’ gerçekten belalı iş.
Yazarın Tüm Yazıları