Esma Paçal Turam'ın ahırdan bozma harika atölyesinde sangria içtik

Kendisine de söyledim.

Beni bu sıcaklarda bir sen, bir de rahmetli İlhan Koman yerimden kıpırdatabilirdi dedim.

Gökçebel'de ama yalıda değil, yukarıdaki köyde Esma'nın atölyesindeyiz.

Burası büyücek bakımlı bir bahçenin ortasında, oldukça alçak kapıdan girilen ince, uzun bir yapı. Eski bir ahırmış. Bundan birkaç yıl önce alıp onarmışlar. Evi de birkaç adım ileride. O da eski bir köy evi.

Kapının önünde üstünde el tezgahında dokunmuş örtüsüyle tahta topal bir masa ve dört iskemle var. Bir köşede de baş başa vermiş iki şezlong.

Başınızı eğip içeri girdiğinizde gözlerinizin loşluğa alışması için bir an duralıyorsunuz. Küçücük iki penceresi olan alçakgönüllü bir odadayız. Küçük pencereler saat akşamın 19.00'u olmasına karşın hálá kavuran ağustos sıcağının ve çiğ ışığın içeri girmesini engelliyor... Karşımda eski bir ocak. Köşede bir masa, bir bilgisayar, duvarlarda bir-iki káğıttan heykel. Esma'nın geçen yıl Galeri Apel'de açtığı sergiden elinde kalan bir-iki çalışma.

Girdiğimiz oda belli ki çalışma odası.

İnce uzun yapı birbirine geçen odalardan oluşuyor.

Diğer odalar atölye olarak düzenlenmiş. Bir ıslak, bir kuru atölye.

Islak atölyede kocaman bir yalak var. Eski ahırdaki yalak yenilenip olduğu gibi bırakılmış. Zaten bütün yenileme çalışmaları binanın özüne dokunulmadan yapılmış. Esma kendisinin sadece tavana yeni bir pencere açtığını bunun da heykel yaparken gereksindiği gün ışığı için elzem olduğunu söylüyor.

Islak atölye dediği yerde belli ki káğıt hamuruyla boğuşuyor.

Kuru atölyede de -ismi üstünde- yaptığı figürleri kurutuyor.

Bunun dışında, küçük bir mutfak, minnacık bir banyo, yorulduğunda uzanabileceği bir yatağın durduğu küçük bir oda daha var. Eşya yok denecek kadar az. Her şey o küçük pencerelerden giren akşam ışığında olağanüstü uyumlu.

Ama bu sade mekanı bu kadar uyumlu, huzurlu kılan şey bizzat Esma'nın varlığı.

YEMEK SEVDALISI HEYKELTIRAŞ

Esma Paçal Turam.

Onu ilk kez görüyorum. Ama adını çok duydum.

Geçen yıl Apel'deki sergisini gören arkadaşlarım bu sergiyi kaçırmamamı, mutlaka gezmemi, mümkünse kendisiyle de tanışmamı şiddetle tavsiye ettiler. Geçmiş gün, gene ne oldu, araya ne girdi şimdi hatırlamıyorum ama gitmedim, gidemedim.

Sonra elime serginin kataloğu geçti.

Daha kapağını açar açmaz vuruldum: Bembeyaz, yüzleri muğlak, ruhları çıplak insanlar. Bizim insanlarımız. Kimi yorulup bir banka oturmuş kimi rüzgára tutulmuş. Gelip geçenlere bakan, pencerelerden sarkan, yüksek sesle konuşan, sokaktakilere laf atan, derin sohbetlere dalan, dedikoduyu savsaklamayan, sıkılıp salıncakta sallanan, yıkadığı çamaşırları gevşek iplere asan, kısaca bekleyen, merak eden, geçip giden hayata katılmayıp dışarıdan izleyen insanlar.

Dedim ya bizim insanlarımız işte: Sokağa çıkar çıkmaz binlercesi ile karşılaştığımız, yüzlerini unutsak da ruhlarını tanıdığımız .

Kataloğa bakmayı bitirdiğimde Esma'yı bulmaya, onunla tanışıp o minnacık kağıt heykeller üstüne konuşmaya karar vermiştim bile.

Bilirsiniz Türkiye'de arandığında herkes bulunur. Herkesin ötekini tanıyan ortak bir arkadaşı vardır...

Ben de hem Esma'yı yakından tanıyan hem de onunla buluşmamı sağlayan bir arkadaşımı aradım: Oya Emerk'i.

Bir iki telefon konuşmasından sonra da işte Gökçebel'de bu eski ahırdan bozma harika atölyedeyim.

Esma kocaman bir sürahi sangria hazırlamış. İçinde şarabın rengini emmiş kıpkırmızı portakal dilimleriyle bir tutam taze nanenin yüzdüğü, İspanyolların bütün yaz kana kana içtikleri halde doyamadıkları ünlü içecekleri 'sangria'yı. Kırmızı şarabın portakal suyuyla tutuştuğu savaş ve ardından gelen barışı çağrıştıran içkiyi.

Laf lafı açtıktan, daha doğrusu lafın sonuna yaklaşırken onun sadece kağıda gönül vermiş çok yetenekli genç bir heykeltıraş değil, aynı zamanda iki kişilik yemeği bile şölen havasına büründürmekten hoşlanan, gittiği bütün yabancı ülkelerden şişe şişe soslar, yeni tatlar taşımaya üşenmeyen bir yemek sevdalısı olduğunu da öğreneceğim.

Atölyeleri dolaştıktan sonra fotoğraf çektirmek için verandaya çıkıp tahta masanın başına geçtik. Ve gecenin onuna kadar bir yandan sangria içip bir yandan heykelden, formlardan, mimariden, resimden, renklerden, Almodovar'ın ikimizi de sarsan filmlerinden, sevdiğimiz yazarlardan, okuduğumuz kitaplardan, hayattan, sevinçlerden, düşlerden, düşlediklerimizden, düş kırıklıklarından söz ettik.

İLK SERGİSİ ZARF VE MAZRUF

Esma 1963'te İstanbul'da doğmuş. 1987 yılında da Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nin Heykel Bölümü'nden mezun olmuş. 88'de aynı fakültede asistan.

2000 yılına yani üniversiteden istifa edip hem İstanbul Zekeriyaköy'de hem de burada Gökçebel'deki atölyelerine çekilip zamanının büyük bölümünü heykel yapmaya ayırmaya karar verdiği yıla kadar aynı fakültede öğretim üyesi olarak çalışıyor. Tezini hazırlıyor, bir de Heykel Bölümü'ne Kağıt Atölyesi kuruyor.

İşe önce bronz dökümle başlıyor. Sanırım hayatının dönüm noktası 1994'te bir burs kazanarak gittiği Salzburg'da Profesör Andreas Von Weizsacker ile tanışması. Orada hayatına kağıt giriyor. Hem de nasıl girmek? Beklenmedik bir tren kazası ya da ne bileyim insanı allak bullak eden, yola düşürüp, yoldan çıkaran bütün tutkular gibi. Esma ondan sonra tabiri caizse bir daha iflah olmayacak, gecesini gündüzüne katıp kağıt yoğurmaya başlayacaktır. Seka'dan binbir zahmetle bulunan kağıt hammaddesi atölyelere taşınacak, eleklerden geçirilip hayal dünyasının küçük figürlerine dönüşecektir.

İlk kişisel sergisi Zarf ve Mazruf'u Antalya'da açıyor. Falez Sanat Galerisi'nde. Bugün de hálá buradaki atölyede o sergiden kalan, satmaya kıyamadığı bir iki iş var. Her mektup aslında insanın kendine yazdığı bir mektuptur ya o da bu düşünceden yola koyulmuş: Mahpushane mektupları, aşk mektupları, ayrılık, sıla özlemi, yalnızlık, doğum, ölüm bildiren, yazanla yazılanın çakıştığı mektuplar. Onları almış, her birinin zarfına, bakar bakmaz içeriğini çözdüğünüz bir simge yerleştirmiş. Pullar bile mektup neyi anlatıyorsa onu anlatıyor.

İkinci sergi İstanbul'da. 1999'da Destek Reasürans Sanat Galerisi'nde.

Sonuncu da sözünü ettiğim gibi Galeri Apel'de. Nuran Terzioğlu'nun başka hiçbir galeriye benzemeyen özel galerisinde.

Bunun dışında elbette katıldığı yığınla karma ve uluslararası sergi var.

KAĞIT SANATÇILARI

Buluştuğumuzda ayağının tozuyla Cenevre'den gelmişti. Gözleri ışıl ışıl şimdi adını asla hatırlamadığım bir atölye çalışmasına katıldığından, bu toplantılarda insanı en çok etkileyen şeyin de dünyanın dört bucağından gelen kağıt sanatçılarının birbirleriyle kurdukları iletişim olduğundan söz etti: İşin püf noktalarını saklamayan, diğerlerini kıskanmayan, geliştirdikleri kağıt yapım tekniklerini ötekilerle paylaşan sanatçılar... Ve bu alışverişten doğan, insanı sarıp sarmalayan heyecan.

Orada başka bir kağıt sanatçısından bu güne dek bilmediği bir kağıt yapma yöntemi öğrenmiş. Eğer yolum düşer de Zekeriyaköy'deki atölyeye gidebilirsem söz verdi: Gösterecek.

Kendi kağıdımı kendim yapacağım.

Ya yeni öğrendiği ve oldukça basit olduğunu söylediği bu yöntemle ya da belli mi olur ne zamandır düşlerine giren küçücük bir kağıt makinesiyle. Alabilirse eğer bir Hollender Biter'le.

Ben giderim gidemem, hiçbir zaman yazmadığım, yazamayacağım mektuplarım için kendime renkli ham kağıtlar yaparım yapamam orasını bilmiyorum ama bir şeyden eminim: Esma'nın yolculuğu uzun.

Önünde bıkmadan usanmadan yapacağı kırk fırın kağıt, içinden geçenleri anlatmak için yoğuracağı binlerce figür, açacağı bir dolu sergi var.

Ayrılırken bana herkesin kolaylıkla yapabileceği bir yemek tarifi vermesini rica ettim. Yurtdışından taşıdığın gizemli tatlardan olmasın, olabilirse senin insanlarının yapabileceği bir tarif olsun dedim. Ertesi gün eve küçük bir zarf geldi. Önce incelikli bir teşekkür, altında anneannesinin, tadı onun ve yiyenlerin damağında kalan ünlü kuzu kavurmasının onun hünerli ellerinde biçimlenmiş hali.

ESMA PAÇAL TURAM'IN MUTFAĞINDAN

KUZU KAPAMA

Malzemeler: 2 adet kuzu kolu, 1 demet nane, 1 demet taze soğan, 1 tutam taze kekik, 8 sap biberiye, 2 büyük kıvırcık salata, 5 diş sarmısak, 1/2 kilo arpacık soğanı, 1.5 bardak kırmızı şarap, taze karabiber, kaya tuzu.

Tuzla ovduktan sonra kapağı kapanabilir fırın kabına temizlenip yağları alınmış kuzu kollarını yerleştirin. Aralarına sarmısağı, arpacık soğanlarının yarısını ve tane karabiberleri serpiştirin. Kuzunun üstü kapanacak şekilde nane, doğranmış taze soğan, kekik, biberiye koyun. Kalan sarmısaklarla arpacık soğanlarını da ekleyin. Sonra kıvırcık salatanın tamamıyla etleri kaplayın. Şimdi şarabı koymanın zamanı.

Önceden 175 derecede ısıtılmış fırında, hazırladığınız yemeği 1 saat kadar pişirin. Bu sırada et suyunu salacaktır. Fırının derecesini 140-150 dereceye düşürüp ağır ısıda şarap ve et suyu eti karamalize edene dek yavaş yavaş, yaklaşık üç dört saat daha pişirin.

Yanına haşlanmış balkabağı ya da havuç ve mutlaka yeşil renkte bir ikinci sebze ekleyerek pilavla birlikte servis yapın. Yemeğin tadı kadar tabaktaki duruşu, özellikle de renkleri harika olacaktır.

Aynı tarif ocakta çelik tencereyle de yapılabilir.

Afiyet şeker olsun.

(Böyle yazmış. Benden iletmesi, sizden denemesi.)
Yazarın Tüm Yazıları