Eşek kulaklı kralın ülkesinde

Geçen hafta Eskişehir, Kütahya, Afyon arasındaki Frigya topraklarında dolaşıp, bu toprakların en eski sakinlerinin izine düştüm. Kayalara kazılmış mağaralarda, kutsal mekanlarda ve mezarlarda Friglerin, Bizanslıların, Osmanlı’nın geçmiş öykülerini düşledim.

Çoktan beri sesi soluğu çıkmayan avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar, geçenlerde arayıp sitem etti. Ona göre yurtdışında çok gezmişim, yurtiçi gezilerini ihmal etmişim. Sitemlerini peş peşe sıraladıktan sonra yeni rotamızı açıkladı: "Frigya Vadisi’ne gidiyoruz..." Bilecik üzerinden Marmaris veya Antalya’ya giderken bu vadi hep aklıma takılır, sapaktan bir türlü sapamaz, vadiye girişi hep başka bir zamana ertelerdim. Zeki telefonu kapatınca, "demek ki zaman gelmiş" dedim.

Yol arkadaşım erkencidir. Onun için yola çıktığımızda tan yeri yeni yeni kızarıyordu. Otoyoldan bir hızla Gebze’yi aştık. Dilovası’nın pis havasını solumamak için gaza daha da bastık. Kocaeli’ni, Sapanca’yı geçtik, Adapazarı-Bilecik sapağından çıkıp, otoyolu terk ettik.

Adapazarı’ndan Bilecik’e doğru uzanan Geyve Boğazı’nın görüntüsü beni hep içine çekmiştir. Bir yanda mevsime göre ya hızlı ya da nazlı akan Sakarya Nehri, bir yanda yeşil tepeler arabanın penceresinden akar gider. Geyve’den sonra, Pamukova’dan itibaren de bereketli vadiler görüntüye girer. Meyve ağaçları, sebze bahçeleri insanın iştahını kabartır, ağzını sulandırır.

Osmaneli’nden geçerken, geçen yıl bu şirin kasabaya yaptığım gezi aklıma geldi. Adını Osman Gazi’den alan Osmaneli’nde, Trabzonlu genç kaymakamla birlikte köşe bucak dolaşmış, Sakarya Nehri’nde balık avlama planları yapmıştık.

SESSİZ VADİ

Osmaneli’ni geçtikten sonra tepelere tırmanıp Bilecik’e ulaştık. Bu kentten çok geçtim ama hiç duraksamadım nedense. Osman Gazi’nin kayınpederi (Bala Hatun’un babası) Şeyh Edebali’nin türbesine uğramayı bir kez daha erteledim. Osmanlı’nın ilk başkenti Söğüt sapağını geçip, fabrikalar ve kamyonlar diyarı Bozüyük’ten Kütahya’ya doğru saptık. Artık hedefe iyiden iyiye yaklaşmıştık. Rotamızı doğrulatmak için, seramik üstadı "Sıtkı Usta"nın yol kenarındaki "Seramik Evi"ne uğradık. Frigya Vadisi’nin tanınması için elinden geleni yapan Sıtkı Usta, her zamanki gibi dükkanda yoktu. Ama orada çalışanlar bize çay ikram etti, yolu gösterdi ve broşürler verdi.

Enne Göleti’nin sunduğu güzel görüntüleri izleyip Sabuncupınar kavşağında, Frigya Vadisi’ni gösteren oktan saptık. Bir köprüyü geçtikten sonra, yıllardan beri aklımın bir köşesinde duran vadiye girdik. Zaman zaman yükseltili, zaman zaman düz bir arazi olan vadide yalnızlık hakimdi. Buğday tarlaları, rüzgarın önünde deniz gibi hışır hışır dalgalanıyor, çam ağaçlarının dalları da rüzgarın sesini dalga sesine dönüştürüyordu.

Biz "Küçük Frigya"da dolaşıyorduk. Tarihçilere göre Frigya’nın geniş toprakları üçe bölünmüştü. Truva civarında Hellespont Frigyası, Eskişehir Kütahya arasında Küçük Frigya ve Afyon’un güney yarısı ile Denizli’nin kuzey yarısında yer alan Pakatina Frigyası. Bir süre gittikten sonra ilk mağaralarla karşılaştık. Sadece tek göz bir odadan oluşan bu mağaralar, buraya ilk göç eden Frigyalılara aitti. Kayalar tüflerden oluştuğu için kolayca oyulabiliyordu. Onun için dağları delip evler, tapınaklar, mezarlar yapmışlardı. Daha sonra gelenler ise ev yapımında ağaçları kullandılar ama o dönemden geriye hiçbir iz kalmadı.

Vadinin iç kesimlerine doğru ilerlemeden önce Frigyalıları tanımakta yarar var. Tarihçilere göre Frigyalılar, MÖ 2. yılın sonlarına doğru Hitit İmparatorluğu’nun çöküşünün yarattığı iktidar boşluğunu doldurmak için, Güneydoğu Avrupa’dan Orta Anadolu’ya göç ettiler. Bir süre sonra bölgedeki en büyük güç haline gelen Frigyalıların başkenti Gordiyon’du. Kent adını kurucusu olan Gordiyos’tan almıştı. Ondan sonra tahta, dokunduğunu altın haline çeviren "eşek kulaklı" Midas geçmişti.

Dünyanın en zengin prensi olan Midas’ın, eşek kulaklarının aslında güç sembolü olduğunu, perilerle düşüp kalktığını, Tanrı Apollon tarafından cezalandırıldığını, Kral Gordiyos’un Jüpiter tapınağına armağan ettiği arabanın okuna bağladığı çözülmeyen düğümün öyküsünü, Midas’ın cenaze törenlerinde neden şarkı söylettiğini anlatmaya kalksam bu yazının sonunu getiremem.

Tarlaların arasında dolaşırken, asırlar öncesinin öykülerini bir türlü gözümün önünde canlandıramıyordum. Sadece girdiğim mağaraların alçak tavanlarına bakarak, Frigyalıların uzun boylu insanlar olmadıkları sonucuna vardım. Çevre, katırtırnağı benzeri sarı çiçekler açmış bitkilerle süslenmişti. Bir çoban, bu çiçeğin adının "Sığır Kuyruğu" olduğunu söyledi. Ona göre, hayvanlar yemediği için bu bitkinin fazla değeri yoktu. Halbuki çok güzel bir çiçekti. Ayrıca sığır kuyruğuna da hiç benzemiyordu. Bence çok kollu bir şamdanı andırıyordu. Bu çiçek kent yakınlarında olsaydı ve adını kentliler koysaydı mutlaka "Şamdan Çiçeği" diye anılırdı.

Akpınar, Yolçatı, Fındıkköy, İncik, Sökmen, İnli... Köyler arasında dura kalka gezinip duruyorduk. Her köyde birkaç mağara buluyor, onlara girip çıkıyor, yüzyıllar öncesine dokunmaya, mağaralardaki yaşamı düşlemeye çalışıyorduk. Bu yürüyüşler sırasında birden yağmur bastırdı. Islanmamak için kendimizi en yakın bir mağaraya attık. Bu mağara diğerlerinden biraz değişikti. Tam ortada bir sütun, arka tarafta da küçük bir oda vardı. Duvarlara iki-üç tane küçük oyuk kazınmıştı. Yağmurun dinmesini beklerken düşünceler ürettik: Küçük neye yarıyordu? Erzak deposu muydu acaba? Bu nişlerde aydınlatmak için ateş mi yakılıyordu? Sütunun işlevi neydi? Asırlık mağarada yarım saate yakın zorunlu konuk olduk ve bu sürede hep Frigyalıları düşündük.

İnli Köyü’nün girişindeki tabelayı izleyip, köyün tepesindeki şapellere tırmandık. Şapeller şaşırtıcı güzellikteydi. Mağaranın içine düzgün sütunlar oyulmuş, yarım yumurta biçimindeki kubbe sanki bu sütunların üstüne oturtulmuştu. Tepenin eteklerindeki mağaralar ise köylülerin kullanımındaydı. Hepsine birer derme çatma kapı yapılmış, kimine saman yığılmış, kimi hayvanların barınmasına ayrılmıştı. Frigyalılar oydukları kayalıkların, yüzyıllar sonra, modern dönem insanlarının da işine yaradığını bilseler kedileriyle gurur duyarlardı.

Bu mağara senin bu tepe benim diyerek günü bitirdik. Söğüt Köyü üzerinden Kütahya’yı bulduk. Otele çekilmeden önce bu seramik diyarında bir tur atmaya niyetlendik. Yeni Kütahya’dan hızlı hızlı geçip, tepeye, eski Kütahya’ya doğru yol aldık. Kentin en önemli camisi Ulu Cami’de duraklayıp, ahşap caminin 57 tahta sütununu hayran hayran seyrettik. Sonra, şimdi Kütahya Müzesi olan Vacidiye Medresesi’ni gezdik. Kaleye doğru tırmanırken çataldan sapıp, Macar vatansever Lajos Kossuth’un, Abdülmecid’in misafiri olarak ikamet ettiği evi ziyaret ettik. Sonra zirvedeki ortaçağ kalesine çıkıp, tüm Kütahya’yı kuş misali tepeden seyrettik.

TERMALDE GEVŞEME

Kale ilk olarak 8. yüzyılda, Arap saldırılarını önlemek için Bizanslılar tarafından yapılmıştı. İstanbul’un fethinden sonra daha da genişletilmişti. Burçların büyük bölümü hálá sağlam duruyordu. Zeki fotoğraf çekerken ben de tepedeki açıklıktaki kahvede bir çay içimi kenti seyrettim. Eteklerdeki eski mahallelerin nasıl serpilip büyüdüğünü gözledim. Güneş kaybolunca yavaş yavaş otelin yolunu tuttuk.

Kentin 25 kilometre ötesinde bulunan Ilıca kasabasındaki "Güral Harlek" otelinde kalacaktık. Ormanların arasında, kuş seslerinin şenlendirdiği, tam "kafa dinlenecek" türden sessiz bir oteldi. Bromürlü termal sularının birçok hastalığa iyi geldiği söyleniyordu. Zeki mayosunu giyip termal havuzda şifa aramaya gitti. Ben ise odamdaki jakuzinin içinde mini dalgalarla oynaşmayı yeğledim. Yeraltından fışkıran suların şifa dağıtıp dağıtmadığını bilemiyorum ama tepe tırmanmaktan, yol yürümekten sızlayan kaslarıma çok iyi gelmişti.

Akşam yemeği için çevreyi bilenler, "Saklı Dünya"da ağız birliği etmişlerdi. Eskişehir yolu üstünde, Kütahya Porselen’in karşısında, Güral Porselen’in satış mağazasının arka tarafında yer alan bu restoranın, püfür püfür esen bahçesindeki masada yerimizi aldık. Yemekler kadar, yemeklerin sunulduğu porselen tabaklar da hayranlık uyandırıcı cinstendi. Masaya tabaklar konduğunda, bizi bir ziyafetin beklediğini anlayıp heyecanlandık.

Muhteşem lezzetler, Çavdarhisar’daki tapınaklar, dünyanın ilk borsası, yol üstündeki fantastik Oylat Mağarası, İnegöl’ün muhteşem köfteleri... Tekmili birden haftaya kaldı.
Yazarın Tüm Yazıları