Ertuğrul Özkök: Shakespeare'in babası neden ceza ödedi?

Ertuğrul ÖZKÖK
Haberin Devamı

BAYRAMIN birinci günü Shakespeare'in hayatıyla ilgili kitaba başladım. Park Honan'ın yazdığı bir kitap. Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkmış.

Shakespeare'in hayatını anlatıyor.

Kitabın daha başında beni çok etkileyen bir bilgiyle karşılaşıyorum.

Shakespeare'in babası John Shakespeare, Stratford adlı bir kasabada oturuyor.

Yani öyle Londra gibi büyük bir şehir değil.

Ama bakın bu küçük kasabada daha 1552 yılında nasıl bir toplumsal düzen hüküm sürüyormuş.

KÜÇÜK KASABANIN DÜZENİ

Shakespeare'in babası ile annesi kasabanın Henley adlı sokağında oturuyorlarmış.

Daha o yıl, evinin önünde izinsiz olarak bir gübre yığını bulundurmaktan para cezasına çarptırılmış.

Stratford Kasabası'nın yerel yönetim nizamı ile ilgili bilgileri kitaptan aynen aktarıyoruz:

‘‘Bir defasında, 1560 yılında hemen hemen tüm cadde sakinleri öküz arabalarının kırdığı kaldırım taşlarının onarımı için para ödemek zorunda kalmıştı. Bildirimde şöyle deniliyordu: ‘Bradley'in kapısı önündeki su oluğundan itibaren, Henley Caddesi'nin bütün sakinleri, kapılarının önündeki kırık taşları onarmadıklarından, bu parayı ödemekle yükümlüdürler.' Aynı duyuruda, bir sokağa araba konmaması belirtiliyor ve Robert Rogers ile başkalarının, arabalarını kapılarının önünde bıraktıkları için ceza ödeyecekleri de belirtiliyor.’’

Dikkat edin. Sözünü ettiğim bu toplumsal düzen 16’ncı Yüzyıl’a ait.

Yani bundan 450 yıl öncesine.

İnsan bu satırları okuyunca ister istemez 21'inci Yüzyıl’da kendi toplumumuzda kurduğumuz düzenle bir karşılaştırma yapma ihtiyacı duyuyor.

Acaba Türkiye'nin kırsal yöresinde, küçük bir kasabada bu toplumsal düzen ne ölçüde kurulabilmiştir?

Cevabınızı tahmin ediyorum.

AKLIMA GELEN SORU

Diyeceksiniz ki, onların demokrasiye geçişleri de o tarihlere uzanıyor.

Yani ‘‘toplumsal düzen’’ dediğiniz o kurallar bütünü, toplumda belli bir mutabakat sonunda ulaşılmış bir düzeni tefsir ediyor.

Doğru.

Ama aklıma bir başka soru daha geliyor.

Böyle bir mutabakat sonunda kurulan düzene insanlar saygı gösteriyorlar.

Acaba biz kendi oyumuzla seçtiğimiz parlamentoların yaptığı kanunlara, kendi oylarımızla onayladığımız anayasalara uymakta ne kadar gönüllüyüz?

İşte bu soruya iç rahatlığıyla bir cevap veremiyorum.

Demokrasiyi ya kaos denilen bir karmaşa olarak algılıyoruz, ya da düşünce özgürlüğünü bile terör suçu sayacak kadar sınırlı bir kılıfın içine sokmaya çalışıyoruz.

Birilerimiz bu ekstremlerin bir ucunda, ötekilerimiz ise diğerinde.

Oysa demokrasi denilen toplumsal mutabakat alanı, ekstremler arasındaki çok geniş bir hareket alanına verilen isim.

Toplumsal düzeni bu kadar geniş bir alana yaymak varken, ekstremlerin dar sınırları içine kapatmaya çalışmak, bir anlamda demokrasilerin intiharı olarak da nitelenebilir.

Shakespeare'in babası bundan 450 yıl önce evinin önüne izinsiz gübre yığdığı için para cezasına çarptırılmıştı.

Yanı başındaki komşuları ise evlerinin önünü onarmadıkları için para ödemişlerdi.

Her iki cezayı da o kasabanın halk oyuyla seçilmiş yöneticileri kesmişti.

Demokrasi işte böyle sağlam mutabakatlar üzerine kurulduğu zaman ekstrem bölgelerden uzaklaşabiliyor.

DÜZENDEN DOĞAN DÁHİ

Kural şu:

Siz serbest oyunuzla yöneticileri ve temsilcileri seçiyorsunuz.

Onlar o toplumu yönetecek kuralları belirliyorlar.

Siz o kurallara uymadığınız takdirde, verilen cezayı ödüyorsunuz.

Üstelik bunu gönüllü olarak yapıyorsunuz.

İşte bu düzenden Shakespeare gibi bir edebiyat dáhisi doğuyor.

‘‘Fırtına’’ oyununda Camaliban şöyle der:

‘‘Korkma; bu ada görültülerle, seslerle, tatlı ezgilerle dolu; ama hepsi hoş gelir kulağa, zarar vermez hiçbiri...’’

Demokrasi de herhalde böyle bir şey olmalı:

Her çeşit, her tonda, her desibelde ses ve gürültü...

Ama hepsi de toplumsal mutabakatın sınırlarını çizdiği o coğrafyada kalmak şartıyla.

Yazarın Tüm Yazıları