Eğer hayat yaşanmaya değerse

NEREDEN bilmiyorum, kafamda şöyle bir fotoğraf kalmış.

Üzerinde beyaz kısa kollu iplik kazak, altında pilili etekler olan çok güzel bir kadın.

Elindeki golf sopası yerden çok hafif havalanmış.

Vücudu, golfün o müthiş estetiğinin emrine girmiş.

Arkasında kollarıyla onu sarmış bir erkek.

Onun üzerinde de beyaz kolsuz iplik örgü bir kazak ve içinde polo tişört.

Başında beyaz bir kasket var.

Erkeğin müthiş bedeni, aynı estetik yayı çizerek kadının gövdesini sarmış.

İki eli, kadının golf sopasını hafifçe havalandıran iki elini sarmış.

Erkek, kadına golf oynamayı öğretiyor.

Scott Fitzgerald’vari bir poz.

Erkeği hep, Robert Redford olarak görüyorum.

Belki de Great Gatsby filminin hiç olmayan bir sahnesi, kafama böyle yerleşmiş.

Robert Redford’u bir de, Havana filmindeki son sahnede, Key West sahilinden Küba’ya bakarkenki haliyle düşünürüm.

O filminde giydiği, en üst düğmesi hep ilikli gömlekler de gözümün önünden gitmez.

Golf sporu denince benim aklıma nedense hep kendi kendime imal ettiğim bu fotoğraf gelir.

* * *

Golf oynayan epey arkadaşım var.

Bana da çok tavsiye ederler.

Bir defa Belek’te Gloria Oteli’nin sahasında denedim.

Üç dört atış yaptım ve arkadaşlarım, başlangıç için müthiş olduğunu söylediler.

Ama gerisi gelmedi.

Geçen gün golf için, "Sporların en papyonlusudur", "En monşeridir" diye yazmıştım.

Bugün bir sıfat daha ekleyeyim.

"Sporların en snobudur."

Buna bir de eskrimi ve çim hokeyini ekleyebiliriz.

Kaya Çilingiroğlu, golf için, "Parası ve zamanı olan oynayabilir" diyor.

İşte sırf bu yüzden golfün snobluğunu severim.

Kendim oynamasam da, bu sert topun ardından, dünyayı dolaşan insanların içindeki o safari duygusunu, kendime ait köreltilmiş bir nefis gibi hafif gıptayla izlerim.

Tiger Woods’un elindeki sopayla, bu snoblar kulübünün kapısını kırıp girmesini de, Kahramanlar Mahallesi’nden bir kardeşi olarak hayranlıkla takip ederim.

* * *

Benim sporum, tek başıma yüzmektir.

Sabahları yüzerken, hayatımın bütün hayallerini yeniden kurarım.

Yüzme, benim için, bütün bir hayat boyu ertelenmiş emellerime nail olduğum anların toplamıdır.

Bir duvardan ötekine gidip gelirken, sık sık aklıma Burt Lancaster’in "Yüzücü" filmi gelir.

Yaşadığı semtte, yan yana evlerin birinin havuzundan ötekine geçerek yüzerken aynı zamanda birbirinden farklı hayatlarla tanışır.

Bazıları mutluluklar, bazıları dramlar...

Bazıları sıradan, sıkıcı hayatlar.

Bazıları renkli ve farklı hayatlar.

Bazıları, farklı olma cüretinin insana fena halde ödetildiği, önüne ağır faturalar konulan hayatlar.

* * *

Yüzerken, çıplak bedeninizin altında sadece su vardır ve o su her şeyi kaldırır.

Hem bedeninizi, hem ruhunuzu, hem ötekini, hem berikini.

Yüzme yalnızlık sporudur.

Orada biriyle, birileriyle değil, kendinizle oynarsınız.

Sözün bittiği, yerini hayale ve eyleme bıraktığı anda başlayan spordur.

Hayal eder, orada cüret etmeye karar verir, orada tetiği çekersiniz.

Tıpkı Cesare Pavese’nin günlüğünün sonundaki o karar anı gibi...

Yüzme cesaret ister.

Suya eğilir bakar, bedeninizin nilüfere dönüşmüş halini görürsünüz.

Varlığınızı suya bırakır, olimpik bile denemeyecek havuzu, simyacı gibi okyanuslara çevirir ve bir daha kıyılarınıza dönmemeye karar verirsiniz.

Hayat, eğer yaşanmaya değer bir şeyse, onun kararı işte orada alınır...
Yazarın Tüm Yazıları