Ege ve Akdeniz

İŞ nedeniyle önce İzmir, ardından Antalya’daydım.

Farklı “iklim”deydim yani...
Sadece santigrat olarak değil elbette.
Abuhava olarak da, “hava”, atmosfer olarak da...
* * *
Denizin insana, hayata kattığı şeyler malum da...
O farkı her seferinde, hoş bir ilgi, hatta şaşkınlıkla karşılamak olağan değil belki de.
Belki de, orada denizle iç içe, “alelade” bir sabahın/gecenin bana hala büyülü gelmesidir.
Masmavi, parlak bir sabaha kışın uyanmak nasıl alelade olur ki?
Maviden laciverte gezinen, dümdüz bir deniz.
Ve kıyıların mütemadi kenar süsü, maviye kardeş yeşil.
Ege’nin, Akdeniz’in kentlileri, sabahın inanılmaz güzelliğine, hayatı saran mavi-yeşil kardeşliğine saygı içinde boyun eğmişler sanki.
Sezilen, hissedilen, insanı saran sükunet, dinginlik belki ondan.
Sessizliğin koyusu kara insanını yorar da.
Kıyıdaki sükunet, denizle bütünleşen sessizliğin sesiyle, iklimin her anlamda “ılımanlığı” ile bambaşka.
Azaltmıyor, çoğaltıyor melek(e)leri.
* * *
Sükunu aramıyorum oralarda, her seferinde -hemen- buluyorum.
Çokça mavi oluyorum biraz da yeşil, çokça sakin ama içim kıpırtılı, Ankara’da “gececi”, orada sabah oluyorum.
Özlediğim ıssızlığı orada buluyorum belki.
Issızlıkta kaybolmuyorum, buluyorum aradığım neyse.
Sesleri ayırt ediyorum, o sessiz iklimde.
Bir at kestanesi kopsa dalından, yere değdiğinde “ses” oluyor işte.
“O kadarı yeter” diyorum, hiç çıkarmıyorum sesimi...
* * *
Doğrusu, belediye ne yapmış İzmir’de, Antalya’da pek düşünmüyorum.
Sanki oralarda belediye analizinin formülü, “Belediye ne yapmamış” sorusundan geçiyor.
İzmir’de, Antalya’da doğanın tanrısal armağanını bozmamak için ne yapmamalı, gibilerinden.
Sonra, Ankara’yı düşünüyorum.
Gün bitiyor, batıyor güneşim.
Ufuksuz kalıyorum.
Yazarın Tüm Yazıları