GeriSeyahat Dünyanın başkentinde
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Dünyanın başkentinde

Dünyanın başkentinde

Dört yıldan beri sık sık gittiğim Washington'la artık işim bitti. Dünyanın en şişman insanlarını orada gördüm, dünyanın dört bir yanının tadına orada baktım, dünyanın en zengin müzelerini orada gezdim, en sıkı politik dedikoduları orada dinledim. Ama kanım bu kente bir türlü ısınmadı. Kentle bir daha görüşmemek üzere vedalaştım, emanetimi yanıma alıp döndüm.Kısa tatil bitti. Söylediğim gibi tatilin çoğunu Boğaz kıyısında çapari sallayarak geçirdim. Ama her seferinde eve boş kovayla döndüm. Sağımdaki ve solumdaki balıkçılar dörder beşer istavrit çekerken, ben hep dipteki yosunları topladım. Sık sık misinayı karıştırdım. Onları açıncaya kadar vakit akşam oldu. Ayrıca ikide bir iğneleri kayalara takıp koparttım. Bu özelliklerimi keşfeden oltacılar, tezgahlarını benim yanımda açmaya başladılar. Özetle balık maceram hüsranla bitti. Ama ben bu başarısızlıktan da memnunum. Balık bahanesiyle bütün yorgunluklarımı Boğaz'ın sularına yükleyip, kimini Karadeniz'e kimini Marmara'ya yolladım.Tekrar işe başladığımda, bu yıl leyleği havada gördüğümü hatırladım. Onun için soluk almadan bavulumu elime alıp tekrar yollara düştüm. O günden beri de dur durak bilmeden geziyorum... Kastamonu, İskoçya derken kısa bir tatil arasından sonra bu kez de okyanusun öte yanına, Amerika'ya uçuverdim. ‘Dünyanın Başkenti’ Washington D.C'de, bir yandan gezindim bir yandan da ev toplayıp, paketler yaptım...Washington, Amerika'da en çok gittiğim ve bildiğim kentlerin arasında yer alıyordu. Ama New York'un yeri başkaydı. New York, dünya üstünde İstanbul'dan sonra köşe bucak bildiğim bir kentti. İki yıl yaşadığım, benzincilerinde, inşaatlarında süründüğüm, beynime altı kez tabanca dayanılan bu kenti bilmemem olası mıydı?.. Caddelerini, sokaklarını, batakhanelerini, lüks mekánlarını, gecesini gündüzünü, hırlısını hırsızını gözüm kapalı biliyordum.Neyse bu haftaki konumuz Washington D.C'ye dönelim. Bu kente niçin bu kadar çok gittim? Yanıtı karmaşık değildi. Dört yıl önce 17 yaşındaki kızımı, Georgetown Üniversitesi'ne emanet ettikten sonra, bu kente yılda bir-iki kez zorunlu yolculuklar yaptım... Küçücük kızımı merak ettiğimden, özlediğimden, başına bir şey gelecek diye korktuğumdan, taşınırken beceremeyeceğini zannettiğimden ve diğer uydurduğum bahaneler yüzünden bu kentin devamlı ziyaretçisi oldum... Artık okul bitti. Kızım Amerika'nın en önemli ‘Siyasal Bilgiler’ üniversitesinden mezun oldu. Diploma aldı ama, hálá hangi baltaya sap olacağını bilmiyorum. O da henüz bilmiyor. Dışişlerinin ‘Kültür ve Politika’ bölümünü bitirdiği için, ya kültürlü bir politikacı ya da kültürlü bir diplomat olacak veya bambaşka bir mesleğe yönelecek!.. Kızımın geleceğini bilmiyorum ama, ‘yeryüzünün başkenti’ ile artık işimin bittiğini çok iyi biliyorum. Zorda kalmazsam, Washington'a bir daha uğrayacağımı sanmıyorum.TURUNCU ALARMWashington, Potamac Nehri'nin süslediği yeşil, temiz, düzgün, can sıkıcı, küçük bir kent. Politik dedikodulara meraklıysanız belki bir süre sıkıntıdan kurtulabilirsiniz. Ama bu dedikoduların da bir sonu var. Her gidişimde ayrı bir köşesini gezdiğim için, kentin gizlisi saklısı kalmadı artık. İlk gidişimde herkes gibi soluğu ‘Federal Üçgen’de almıştım. Dünya hakkında kararların alındığı tüm resmi binalar burada bulunuyordu. Örneğin Capitoll Hill, Beyaz Saray ve diğer bakanlık binaları... O zamanlar henüz ‘11 Eylül’ olmamıştı ve güvenlik önlemleri böylesine sıkı değildi. Sadece broşürlerde, Beyaz Saray'a el bombası ve tabanca ile girilemeyeceği yazıyordu. Sanki diğer binalara bunlarla girilebilirmiş gibi. Son gittiğimde ülke, ‘Turuncu Alarm’ düzeyinde olduğu için Federal Üçgen'in üstünde vızır vızır polis helikopterleri uçuyordu. Hele Pentagon'un etrafında alınan tedbirler insanı korkutacak düzeydeydi. Altıgen binanın çevresinden geçen otoyollara kamyonların girmesi yasaklanmıştı. Kavşaklara polis arabaları konuşlanmış, binanın çevresi ise makineli tüfekler yerleştirilmiş zırhlı araçlarla çevrilmişti.Son gelişimde Washington, iyiden iyiye bir polis devleti görünümüne bürünmüştü. Ayrıca binalara ve arabalara asılan bayrak sayısına bakılırsa, geçen dört yıl içinde ‘milliyetçilik’ de doruk noktaya tırmanmıştı. Bana öyle geliyordu ki, özgürlüklerin kısıtlanması ve daha çok ‘milliyetçilik’ için, yetkililer her gün başka bir saldırı hikayesi uyduruyorlardı. Veya birileri Amerikan istihbaratı ile dalga geçiyordu...PARK REKORTMENİWashington bir müze zengini... Bir gelişimde bu müzeleri gezerek yoruldum: Amerika Tarihi Müzesi, Doğa Tarihi Müzesi, Bilim ve Teknoloji Müzesi, Havacılık ve Uzay Müzesi, Smithsonian Enstitüsü, Modern Sanatlar Müzesi, Soykırım Müzesi, Basın Müzesi, Asya ve Afrika Sanatları Müzesi, Kadın Sanatçılar Müzesi ve büyüklü küçüklü onlarca galeri. Bir başka gelişimde ise 250 yıl önce kurulan, şimdilerde ise başkentin banliyösüne dönüşen Alexandria ile Old Town'la tanıştım. Oralarda nehir manzaralı balık restoranları bulup, İstanbul'a olan hasretimi giderdim.Eğer sıcak aylarda gitmişsem, kendimi kentin kıyılarındaki yemyeşil parklara attım. Merkez her ne kadar taş binalar tarafından işgal edilmişse de, kenarlarda yeşil korunmuştu. Washington'un sınırları içinde dünyanın en büyük parkını barındıran kent unvanını elinde bulundurduğunu da bu gezilerim sırasında öğrendim. Rock Creek adındaki bu parkın, tam 710 hektarlık bir alanı kapladığını okudum.Her gezimde bir restoran keşfettim. Son yıllarda Washington'u daha yakından tanıyan kızım, bu konuda bana rehberlik yaptı. Onun sayesinde dünyanın en garip tatlarıyla tanıştım. Dünya mutfaklarıyla haşır neşir oldum. Etiyopya'dan Afganistan'a, İrlanda'dan Patagonya'ya masa masa dolaştım. Son gelişimde bir de Washington'un özel bir kokusu olduğunun farkına vardım. Kentin sokakları sabahın erken saatlerinde taze kahve, sosis ve jambon kızartması, öğle ve akşam saatlerinde ise pizza, kızarmış patates ve yanmış yağ kokuyordu.Dünyanın en şişman insanlarını bu kentte gördüm desem pek abartmış olmam. Sağlığı tehdit ettiği gerekçesiyle sigarayı yasaklayan yönetim, sağlıksız beslenmeyi ise adeta teşvik ediyordu. Duvarlarda, dergilerde, gazetelerde, televizyon kanallarında yer alan iştah açıcı reklamlar, insanı sürekli bir şeyler yemeye teşvik ediyordu. Aslında Amerikalıların yemek yemek için herhangi bir reklama ihtiyaçları olduğunu sanmıyorum. Onlar dur durak bilmeden bir şeyler yiyorlardı. Araba kullanırken, yürürken, otobüs beklerken, bisiklete binerken, televizyon seyrederken, içki içerken, kitap okurken... Halkını sigaradan kurtaran yönetim, onları yemekle öldürmeye niyetlenmiş gibiydi. Demek ki gıda lobisi, sigara lobisinden çok güçlüydü.ENTELEKTÜEL SEMTLERVaktim olsun olmasın, günün bir bölümünü mutlaka Adams Morgan veya Dupont Circle'da geçiriyordum. Daha çok diplomatların, gazetecilerin, sanatçıların, marjinallerin göründüğü bu semtlerdeki kitapçılarda dolaşmak, kaldırım kahvelerinde saatlerce oturup çevreyi izlemek çok hoşuma gidiyordu. Genellikle gecelerimi buralardaki restoranlarda veya barlarda noktalıyordum. Bu semtler Washington'un sıkıcı olmayan yüzünü yansıtıyordu. Eğer yolunuz düşerse, New York'un Greenwich Village semtine benzeyen Dupont Circle'daki ‘Teaizm’ adlı çaycıya uğramanızı öneririm. Burada dünyanın dört bir yanından gelmiş ve usulüne göre demlenmiş çayları içebilirsiniz. Ben oraya her gidişimde, bilmediğim çayları öğrenmeye çalıştım. Kimini sevdim, kiminden hiçbir tat alamadım. Bir de Georgetown semtinde, M Caddesi üstündeki ‘Barnes and Noble’ adlı kitapçıda vakit geçirmeyi çok seviyordum. Orada gördüğüm insan manzaraları beni bazen hayrete düşürüyordu. Kimi, merdivenlerin üstüne oturup dergileri karıştırıyor, kimi rafların arasındaki koltuklarda kitap okuyor, kimi raflardan topladığı kitapları karıştırarak raporunu hazırlıyordu. Yani kitabevini kütüphane niyetine kullanıyordu. Kitabevinin yetkilileri ise kimseye müdahale etmiyordu. Ben de çevremdeki görüntülerden etkilenip, ilgilendiğim bir kitabı raftan çekiyor, ikinci kattaki kahvede saatlerce okuyordum. Bunları gördükçe İstanbul'da da böyle kitapçıların olmasını diliyordum.Dört yıl boyunca yedim, içtim, gezdim, gördüm. Köşe bucak adım adım dolaştım. Yukarıda da belirttiğim gibi bu kentle artık işim bitti. Kızımın evini topladım. Denklerini yaptım ve dört yıl boyunca haşır neşir olduğum Washington'la vedalaştım. Hem de bir daha görüşmemek üzere...Uğur Uluocak'ın anısınaO zirvelerin tutkunuydu. Ama hırslanmazdı. Gider, sessiz sedasız zirveleri fetheder ve dönerdi. O anlatmazsa kimse oralarda ne olduğunu bilmezdi. Böylesine mütevazı ve suskun bir kahramandı. Bir başka tutkusu da K2'nin zirvesine tırmanmaktı. K2 acımasız bir dağdı. Öyle herkese yol vermezdi. Uğur ilk denemesinde başarılı olamadı. Dönüşte bana yanda gördüğünüz fotoğrafı getirdi. Uğur fotoğrafın arkasına şunları yazmıştı: 'K2, 6300 metre, Ağustos 1998. Ta uzaklarda, dünyanın en zor dağı olarak bilinen bir yer burası. Soğuk, rüzgarlı ve yalnız... Keşfetmenin girift heyecanını yaşatan bir yer...' Uğur Kırgızistan'da Teke Tor Dağı'na tırmanırken yıldırım çarpması sonucu 150 metrelik bir uçuruma yuvarlanıp, bizden ayrıldı. Onu hiçbir zaman unutmayacağım. Güle güle Uğur. İskender Iğdır'a benden ve tüm Atlas'taki arkadaşlarından selam söyle.
False