Düelloya davet

Ertuğrul ÖZKÖK
Haberin Devamı

Yılın son gününde şöyle bir soruyu kendi kendime sormam acaba çok mu manasız kaçar? ‘‘Acaba insan ölecekse okyanusun ortasında,dev dalgalarla boğuşarak mı ölmeli?’’

Yani meydan okuyarak.

Bir şeylere meydan okuyarak, tabiatı düelloya davet ederek...

* * *

Okyanusta yat yarışında kaybolan iki denizcinin aranmasından vazgeçildi.

Artık hayatlarından umut kesildi.

Glyn Charles adlı denizcinin annesi duygularını şu cümleyle özetlemiş:

‘‘Oğlum, sevdiği işi yaparken öldü.’’

Elbette hiçbir şey ölüm için hafifletici neden olamaz.

Ama yüceltici bir gerekçe?

Kesinlikle evet.

Ölüm denen sonsuza yürüyüşün, yüceltici gerekçeleri, çıkılan merdivenleri şeref kürsüsü haline getiren şövalyelikleri vardır.

Mutlaka vardır.

* * *

İngiltere şimdi tehlikeli havalarda, riskli bölgelerde yat yarışlarını yasaklayıp yasaklamamayı tartışıyor.

London Times Gazetesi'nde bununla ilgili güzel bir yazı okudum.

Yazı, ‘‘Hayır yasaklanmamalı. Ne kadar tehlikeli olursa olsun, yasaklanmamalı’’ diyordu.

Aynı kanaatteyim.

Yazıda, dünyanın etrafını tek başına bir tekneyle dolaşan ilk denizci olan Sir Robin Knox-Johnston'un şu cümlesi aktarılıyor:

‘‘Eğer zor yarışları yasaklamaya, kötü hava şartları yüzünden bazı yarışları ertelemeye kalkarsak, denizcilik ruhu kaybolur.’’

Ve hemen arkasından beni mest eden bir cümle daha:

‘‘Meydan okumak, hayati bir ihtiyaçtır.’’

Evet, anahtar kelime, tılsımlı sözcük, maymuncuk fiil işte bu:

Meydan okumak...

Düelloya davet etmek...

Sadece denizlere, okyanuslara, azgın dalgalara mı?

Sadece bedenin sınırlarına, gövdenin, fiziki, cismani varlığın sınırlarına mı?

Hayır...

Düşüncenin sınırlarına, zihnin çeperlerine de meydan okumak.

London Times noktayı koyuyor:

Zihni ve fiziki meydan okumanın olmadığı bir dünya, çok renksiz bir dünya olurdu.

Evet, meydan okumak risklidir.

Tehlikelidir. Dağlara tırmanmak, okyanuslara açılmak yürek ister.

Ama hayata gerçek anlamını veren şeyler bunlar değil midir?

London Times, tartışmada ağırlığını koyuyor:

‘‘Eğer toplum bu tür meydan okumaları yasaklarsa, insanlık iğdiş edilmiş olur.’’

* * *

Bir İngiliz'den başka nasıl bir tavır, nasıl bir duruş beklersiniz ki?

Üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk kurmanın başka bir raconu olabilir mi?

Okyanuslara açılmadan, dağlara tırmanmadan koskoca bir imparatorluk kurulabilir mi?

Hayır.

Kurulsa kurulsa, çadır devleti kurulur, aşiret inşa edilir.

İşte bu yüzden, yılın son günlerinde okyanusta kaybolan iki denizci ile ilgili bu tartışma beni çok etkiledi.

Hiç düşünmeden, en küçük bir tereddüde yer vermeden hemen yerimi aldım.

Ben, meydan okuyanların tarafındayım.

Bedenin ve aklın sınırlarına yelken açanların tarafındayım.

Vasatlığa, sıradanlığa meydan okuyanların fanatik taraftarıyım.

* * *

Yarın 1 Ocak 1999...

20'nci yüzyılın son senesinin ilk günü.

Ayıbı, günahı çok, güzelliği ve sevabı daha az bir yüzyılın, kullanım süresinin bitmesine sadece 365 gün kaldı.

Ve önümüzde o derin mesele, okyanusların dev dalgaları gibi yükseliyor.

Bu müthiş ülkeyi, bu inanılmaz fıkır fıkır dinamizmi ile Nazım'ın o ünlü mısraını ‘‘Bıraksan atlayacak 21'inci yüzyıla doğru’’ sloganına dönüştüren bu memleketi için ne yapacağız?

Onun ayağına pranga vurmak isteyenlere meydan mı okuyacağız, yoksa şu fırtınalı havalarda cesaretimizi mecburi izne mi çıkaracağız?

Evet temel münazara konumuz bu.

Bense, onlarca defa yazdığım şu cümleyi tekrarlamakla yetineceğim:

‘‘Ve ey kayığı küçük olanlar... Gün batmadan dönün kıyılarınıza...’’

* * *

Hepinize mutlu ve sağlıklı bir yıl dilerim.



Yazarın Tüm Yazıları