Doğan Hızlan: Kaç kelimeyle konuşuyoruz

Doğan HIZLAN
Haberin Devamı

DEDE EFENDİ'nin Hüzzam Ayini ve Dindışı Eserleri'nden oluşan CD'yi dinlerken (Kalan Müzik) Hakkı Devrim'in 'İnsan anlaşılmak için yazar' adlı yazısı aklıma geldi. (Raodikal, 3 Mayıs 2000, Çarşamba).

Dede Efendi'nin bestelerinin güftesini genç kuşağın, hatta bu konuda bilgi sahibi olmayanların anlamayacağını düşündüm. Müzik olduğu için başka bir özellik öne geçiyor.

Hakkı Devrim, Şevket Süreyya Aydemir'in İkinci Adam'ının dilinin yenilenmeden verilmesini hata olarak değerlendiriyor.

Tam katılamıyorum bu görüşe. Ben, okuru Özgen Karakutlu gibi düşünüyorum:

‘‘Beni şaşırttınız. İkinci Adam telif eserdir. Telif eserlerin de dilini düzeltmek gerekirse, o zaman Türk edebiyatının, bu arada 1960'tan önce yazılmış bütün örnekleri elden geçirip yeniden mi yazılacak?’’

Olmaz böyle şey. Yazarın üslubunu zedelemeye hakkımız var mı?

Ancak edebi eserle diğerleri arasındaki ayrımı gözden uzak tutmayalım.

Konuşma dilinin kolaylığı ile yazı dilinin emek isteyen özelliğini birbirine karıştırdık. İstiyoruz ki; okuduğumuz her metni şıpın işi anlayalım. Dil tembelliğinin tutsaklığından bizi azad edecekler arasında ben daima Hakkı Devrim'in adını birinci sıraya koydum. Yoksa o da bu mücadeleden yorgun mu düştü?

Kişisel sözlüklerimiz bir kaç sayfayı geçmiyor. İlaç prospektüsleri kadar. Konuşma dilinin dışındaki her kelime bize birer çetin ceviz, hatta demir leblebi gibi geliyor. Soyulmuş badem, ayıklanmış fıstık tercihimiz. Bir de böbürlenerek, sanki marifetmiş gibi, ben anlamıyorum, diyoruz. Böylece akan sular duruyor.

* * *

KONUŞMA dilimiz 100 kelime içinde dolanıp duruyor. Yazımızı da onlarla yazıyoruz. Ötesindeki her kelime bize yabancı dildenmiş gibi geliyor.

Dilimizin sadeleşmesi yıllar önce bir tartışma yaratmıştı.

Kimileri eski edebiyatı, eserleri okuyabilelim diye Osmanlıca'nın ders olarak okullarda okutulmasını savunmuştu, kimileri de Batı kültürünü benimsediğimiz için Yunanca-Latince okutulması tezinde ısrar etmişlerdi.

Biz iki seçimsizlik arasında kaldığımızdan bu ıstıraplara muhatap oluyoruz.

Hakkı Devrim, bu yazısıyla, kolaycılardan yana çıkıyor.

Ben okurlara sözlük kullanmalarını tavsiye edeceğim, kelime hazinelerini zenginleştirmenin başka yolu yoktur.

Üstelik konuşma dili ile yazı dili arasındaki farka neden dikkat edilmiyor. Biri daha yoksuldur, diğeri daha zengin. Yazı dilinin bir işlevi de, insanların yeni kelimelerle, kavramlarla karşılaşması, bunları öğrenmesidir. Dil ile, kelime zenginliği ile kültür kavramları arasındaki doğrudan bağlantıyı belirtmenin gereği var mı?

Diyeceksiniz ki, bir roman ya da deneme kitabı okuyoruz, bilimsel bir çalışma değil.

Hakkı Devrim, Halit Ziya Uşaklıgil'in kendi eserlerini sadeleştirmesini örnek göstererek, Şevket Süreyya Aydemir de keşke böyle yapsaydı, diyor.

Aydemir'in yazdıkları onun da belirttiği gibi edebi değildir ama ben, yazarın düzeltmelerine rağmen ilk yazdığı özgün metni de okumak isterim.

Attilá İlhan, Dersaadet'te Sabah Ezanları'nı yazdığında Osmanlıca kelimelerin fazlalığından şikayet edenlere, öğrensinler diye cevap vermişti.

Her şey bir bestseller romanının sığlığında ve kolaylığında yazılamaz ki.

Yazarın, şairin gösterdiği çabanın bir bölümünü de okur göstermelidir.

Okur; konuşma dilinin rahatlığını kitapta da bulmak istiyor.

Bilgisayarı kullanmak için bir önbilgiye ihtiyaç duyuyorsunuz, müzik setinizi çalıştırmak için de bir kaç sayfayı okumak zorundasınız.

İş edebiyata gelince sözlüğe bakmadan, ek bir çaba göstermeden yazılanları hemen anlamak istiyorsunuz.

* * *

YAZARIN özgün metni, bence yazıldığı gibi bırakılmalıdır.

Yazarın Tüm Yazıları