Diyarbakır’da polisin de hatası var

DİYARBAKIR’da, Konyaspor maçının yarım kalmasına yol açan olaylara karşı Futbol Federasyonu’nun göstereceği tepki, Türkiye’de spor sahalarındaki şiddetle mücadelede ne kadar ciddi olduğumuzu da ortaya koyacak.

Bugüne kadar hep olduğu gibi "Üç-beş kendini bilmezin yaptıkları bütün bir kenti bağlamaz" denilerek bu olay da geçiştirilirse anlayacağız ki Türkiye’de sporda şiddetin önüne geçmeye kimsenin niyeti yok.

Federasyon’un bu olayda nasıl bir tavır takınacağını beklerken bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum. O da Diyarbakır’daki güvenlik güçlerinin olaylar karşısındaki tutumu.

Televizyon görüntülerinden ve gazete fotoğraflarından anlaşılıyor ki sahada güvenliği sağlamak için bulunan polisler, bu tür olaylarda nasıl davranmaları gerektiği konusunda son derece eğitimsizler.

Öfkelenerek kontrolden çıkan ve eline ne geçirdiyse sahaya fırlatan seyirciye polisin yanıtı, sahaya atılanları geri tribünlere atmak!

Bu müdahale tarzının tribündeki seyircileri sakinleştirmek yerine iyice çileden çıkaracağı belli ki bilinmiyor.

Oysa polis, seyircilerin sahaya girmesini önledikten sonra yerinde kalsa ve seyirciyle doğrudan bir "koltuk atışına" girişmese olaylar çok daha kısa bir sürede kontrol altına alınabilirdi.

Biliyorum ki birçok kişi polisin bu müdahale tarzının Diyarbakır’a özgü olduğunu iddia edecek, bu müdahale tarzından derin siyasi ve etnik anlamlar çıkaracak.

Bunun da bir yanılgı olacağı çok açık; çünkü Türkiye’de polis her stadyumda böyle davranıyor. Olay çıkaran seyirciyi çevirerek etkisizleştirmek yerine aralarına "yalın cop" dalıyor, Diyarbakır’daki gibi eline geçirdiğini tribünlere rastgele fırlatıyor.

Spor sahalarındaki şiddeti önlemeyi gerçekten istiyorsak, güvenlik güçlerini de bu tür olaylara nasıl müdahale etmek gerektiği konusunda ciddi bir eğitimden geçirmek zorundayız.

Zillet duyması gereken kim?

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, "doktor ithali" konusuna karşı çıkanları "çağdışı" olmakla suçladı. Türki cumhuriyetlerde doktorların 50-100 dolar gibi paralara çalıştığını söyledikten sonra bu yolla mahrumiyet bölgelerindeki doktor açığının kapatılabileceğini belirtti.

Başbakan kulaktan dolma bilgilerle konuşmayı gerçekten çok seviyor.

Oralarda 100 dolar maaşla insanların "ancak sürünmeyi başarabildiklerinin" farkında değil.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra herkesin oturduğu evin sahibi olduğunu, kira ödemedikleri gibi, elektrik-su-ısınma-telefon için de beş-on dolar gibi paralar ödediklerini de bilmiyor.

Bir de şuna takıldım: Başbakan, "Binlerce hastamız yurtdışına gidiyor, ona ses çıkarmıyorsunuz, bunu kendiniz için zillet kabul etmiyorsunuz da dışardan Türkiye’ye doktor gelmesine öyle şey olmaz diyorsunuz" diyor.

Hemen arkasından da ekliyor: "Anadolu’ya gönderecek doktor bulamıyoruz. Efendim özlük hakları, para diyorlar. Türkiye’nin ekonomik imkánı neyse doktorlara da onu vereceğiz."

Şunu sormak istiyorum: Bir ülkenin Başbakanı yurtiçinde en ağır eğitimi görmüş kendi vatandaşlarına her yerde görev yapmalarına olanak sağlayacak ücreti veremeyeceğini söylüyorsa, bundan "zillet" duymalı mıdır, duymamalı mıdır?

Siyasetçi de ithal edelim!

ESKİ İspanya Başbakanı Aznar, 50 yaşına geldiğinde siyaseti bıraktı ve toplumsal konularla ilgili gönüllü çalışmalara yöneldi.

O günlerde Aznar ile yapılan bir röportajı okumuştum. Röportajı yapan gazeteci, bu erken emekliliğin ailevi yaşamını nasıl etkileyeceğini soruyordu.

Aznar’ın şu sözlerini hafızama not etmiştim: "Çocuklarım iyi okullarda okudular ve artık kendi ayaklarının üzerinde durmak için bana ihtiyaçları yok. Ben liberal bir insanım, onlar da kendi çabalarıyla kendi yaşamlarını sürdürebilirler, buna inanıyorum."

Bazı siyasetçilerimizin çocuklarının hızla gelişen ticaret yaşamıyla ilgili olarak söyledikleri "çocuklarım aç mı kalsın" türünden sözleri okurken, Aznar’ı hatırladım.

Başbakan, "ihtiyaç nedeniyle doktor ithali"nden söz edince de beynimde bir "ampul" yandı.

Acaba, çocuklarının nasıl geçineceklerini düşünmeye gerek duymayan bir grup siyasetçi de mi ithal etsek?
Yazarın Tüm Yazıları