Çok yiyip içenin derdi de çok olur

Bir gurme için iyi yaşamanın tanımı oburca yaşamak olmamalı. Keşişler için değil, ağzının tadını bilenler için yazılan bir köşede benden duymak istenilen elbette bir perhiz yazısı olamaz.

Ama biz, yaradılışın akılla donattığı varlıklarız. Öyleyse aklımızı kullanmamız beklenir. Mesela niçin sağlık için bu kadar övülen balıklar soframızda bu kadar seyrek yer alıyor, anlayabilmiş değilim.

Başta gelen dert, hekimlerin ‘‘obezite’’ tabir ettiği şişmanlık. Yıllarca şişmanlık meselesini hiç kafama takmadan yaşayıp gittim. Ancak şişmanlıktan doğan dertler maalesef estetik görünüm meselesiyle sınırlı kalmıyor.

Aslında şişmanlık başka dertlerin anası. Gençlikteki bahar yelleri yerini kışın keskin rüzgarlarına bıraktığında, fazla kilolar, fareli köyün kavalcısı misali, sağlık sorunlarını da peşinden sürüklemekte. O zaman ise sadece hekim kapılarında dolaşmak yetmiyor.

Böyle durumlarda mutlaka, ama mutlaka hekime görünecek ve önerilen ilacı alacaksınız. Sözünü ettiğim hekim ve ilaç meselesinin altını gökkuşağının bütün renkleriyle çizeyim. ‘‘Şu otu kaynat çok yararlı’’, ‘‘aç karnına limon suyu iç zayıflarsın’’ yollu kocakarı tavsiyelerini bir kenara bırakın. Bunların, faydası bir yana, olsa olsa zararını görürsünüz. Aç karnına limon suyu içip midesini delen çok. Kendi hesabıma böylesi önerileri dinlemiyorum bile.

SPORU KÜÇÜMSEDİK

Bir de son yıllarda daha sık ve daha yüksek sesle söylenen ve giderek daha fazla kişiyi kandıran bir şiar var. Yüz büyük Türk yalanı içine girebilecek özdeyiş şöyle: ‘‘Bütün ilaçlar doğadaki bitkilerden yapılıyor, öyleyse ilaç içeceğinize şifalı otlarla tedavi olun’’. Bu palavraya hiç kulak asmayın. İlaç firmalarını sahtekar ve dolandırıcılar mı yönetiyor? Öyleyse bile kamu otoritesi buna nasıl ve niçin izin veriyor? Ya hekimler niye reçeteye ot, zot değil de ilaç yazıyorlar? Ayrıca üniversitelerin farmakoloji bölümlerinde insanların dört-beş yıl boşuna mı dirsek çürütüyor?

Ne var ki sağlık yalnız hekim ve ilaçla sağlanamıyor. Yunanların sağlam kafanın sağlam vücutta bulunduğu özdeyişi çok doğru. Herhalde büyük ölçüde faşizmin gücü -hatta açıkça kabagücü- yüceltmesine inat, bize gençliğimizde sporun kitlelerin uyuşturucusu olduğu telkin edilmişti. (Bunda Salazar'ın hakkını yemek istemem, ama lafı uzatmamak için bu kadarını söylemekle yetineceğim.) Bir de çocukluğumun ünlü ‘‘ne sağcıyız ne solcu, futbolcuyuz futbolcu’’ sözünü unutamam. Sanki spor yapanlar, entelektüel yeteneği kısıtlı veya özürlü kişilermiş gibi düşünülür ve davranılırdı. Salaklığı üstüne kondurmak istemeyenler de spordan uzak durmaya çalışırdı. Aptal olup da aptal olmadığımı ispat telaşına düştüğümden ben de çocukluk ve gençliğimde aynı günaha ortak oldum. Bugün yaşını başını almış bir adam olarak maç budalası haline gelmemi karımın anlayamaması, bu gerçekten bihaber büyümüş olmasından.

GURME OBUR OLMAMALI

Hayatın yatsı vakti geldiğinde, yalan mumları sönmeye başlıyor. O zaman, spor yapmanın fazileti anlaşılıyor. İlerleyen yaşlarda ise spor genellikle sabah yürüşleri veya zorlamadan uzak sporlara kayıyor. Yürüyüşün fazileti hakkında geçen yaz bir yazı kaleme almıştım. Orada söylenenleri yinelemeyeceğim. Ama bilin ki, en azından gün aşırı, açık alanda ve temiz havada yapılan bir sabah yürüyüşü kadar sağlığa yararlı pek az şey vardır. Bu yürüyüşler çok yiyip içenlere özellikle tavsiye edilir.

Hekim, ilaç ve spor üçgeni sağlıklı bir yaşam için gerekli ama yeterli olmuyor. Bir gurme için bile iyi yaşamanın tanımı oburca yaşamak olmamalı. Güzel yiyecek ve içeceklerden elbette uzak durulamaz. Keşişler için değil, ağzının tadını bilenler için yazılan bir köşede benden duymak istenilen elbette bir perhiz yazısı olamaz. Öte yandan biz, yaradılışın akıl ve hikmetle donattığı varlıklarız. Öyleyse bizden aklımızı kullanarak davranmamız beklenir. Mesela niçin sağlık için bu kadar övülen balıklar soframızda bu kadar seyrek yer alıyor, anlayabilmiş değilim. Üstelik dünyanın en lezzetli balıkları bizim sularımızda bulunuyor. Balığın lezzeti -veya bir başka deyişle güzelliği- pahasıyla da ilişkili görünmüyor.

SAĞLIKLI HAMSİ TARİFİ

Geçenlerde evde kilosu bir milyon liraya alınmış hamsiden bir yemek pişirdim. Kafa ve kılçıkları ayıkladıktan sonra, zeytinyağı sürülmüş tepsiye bir kat balık dizdim. Üzerine küçük doğranmış iki baş soğan, üç diş sarımsak, yine ince kıyılmış dereotu ve maydanoz karışımından koydum. (Meraklısı için bu karışımın tuz ve biberle tatlandırıldığını ve istenirse buna biraz acıbiber sosu katılabileceğini söyleyeyim. Hatta harca dolmalık fıstık ve kuşüzümü de eklenebilir.) Harcın üzerine bir kat daha ayıklanmış balık dizdim. Tekrar zeytinyağı gezdirdim ve bol ve iri çekilmiş karabiber ile yemeği tamamladım. Sonra tepsiyi fırına sürüp 15-20 dakika pişirdim. Lezzetli ve sağlıklı bir yemeğin keyfi bütün gece damağımı terk etmedi!

Önümüzde yeni bir yıl var. Bunu fırsat bilerek hayatımıza yeni bir yön verebiliriz. Fırsatları kaçırmayalım...


HALK GAZETESİNDE PETRUS ŞARABI YAZISI DA OLUR


Hürriyet'in Cuma ekinde yayınlanan restoran tiplerine göre yapılan değerlendirmelerin çok ilgi çektiğini görüyorum, duyuyorum, okuyorum. Önce şunu belirteyim ki, bu değerlendirmeler tek tek jüri üyelerinin kişisel görüşlerini belirtmiyor. Herkes kendi oyunu veriyor ve sonucu Cuma günü gazeteden okuyor. Jüri üyeleri bu değerlendirmeler için biraraya gelmiyor, konuyu tartışmıyor. Dolayısıyla jürinin ortak görüşü veya değerlendirmesi yok. Bir tür uzman kamuoyu anketi yapılmakta. O yüzden de alınganlıklar gereksiz.

Yukarıdaki not, başka değerlendirmelerin yanısıra bu gazetede okuduğunuz bir yazıyı da hatırlatabilir diye söyleyeyim: Galatasaray Lisesi'nden kardeşim Fatih Altaylı'nın beğenilerinin farklı olmasına saygım sonsuz. Benimkiler de öyle. Hatta sanırım onunla zevklerimiz, kebapçılar sözkonusu olduğunda, galiba jüri kararından daha çok benzeşiyor.

Bir de Petrus şaraplarının bir halk gazetesinde konu edilmesi meselesi var. Yaygın bir eleştiriyi yine Fatih Altaylı köşesine taşımış. Bu eleştiriye de katılmıyorum. Bu eleştiri haklıysa Polinezya veya And Dağlarına hayatında hiç gitmeyecek milyonlarca insanın coğrafya ve gezi dergilerini okuması nasıl açıklanabilir? Ve yine eğer bu eleştiri doğruysa, bir halk gazetesinde niçin Mercedes veya Ferrari'lerin yer aldığı otomobil sayfaları var? Yukarıdaki eleştiriye katılan birisi bana lütfen bunları açıklayabilir mi?


YILIN EN İYİ YEMEK KİTAPLARI


Yılın yemek kitapları üzerine yazıma yanıtlar sevindiriciydi. Ocak ayı içinde bu yazıyı Hürriyet-Pazar'da okuyacaksınız.

Yine de bir noktayı açıklığa kavuşturayım. Bu bir yarışma değil, bir değerlendirme yazısı olacak. Ölçüt ise, kitabın 2002 yılı içinde yayınlanmış olmasından ibaret. İçinde yemek ve içmekten söz edilen her kitap bu değerlendirmeye alınacak.

Bilinmesi gereken bir başka nokta ise, görmediğim ve bilmediğim bir kitabı elbette değerlendiremeyeceğim. Sonradan alınganlık olacağına şimdiden söyleyeyim: ‘‘Tuğrul Şavkay, Hürriyet Gazetesi, Hürriyet Medya Towers Güneşli- İstanbul’’ adresine gönderilmeyen kitaplar, eğer bu kitapları başka bir vesileyle görmemiş isem, değerlendirme dışı kalacak.
Yazarın Tüm Yazıları