Çetelerimizin eğlenceli tarihi...

Amerikan edebiyatının unutulmaz kahramanlarından biri Rip Van Winkle’dır, adı artık İngilizcede bir deyim olmuştur.

Küçük bir kasabada yaşayan Rip bir gün dağa gider, orada dans eden cücelere rastlar, onların içtiği içkiden içer ve derin bir uykuya dalar.

Yüz yıl sonra uyanır.

Kasabasına döner ve çok şaşırır.

Her şey değişmiştir.

Eğer bu, bir Türk hikayesi olsaydı herhalde şöyle biterdi:

"Rip Van Türkoğlu, yüz yıl sonra kasabasına döndüğünde çok şaşırdı... Hiçbir şey değişmemişti."

Geçen akşam Kanal D televizyonunda Mehmet Ali Birand’ın hazırladığı haber bültenini izleyenler, bir generalin, çete sanıklarından emekli subay olan birine "üstün hizmet madalyası" verdiğini gördüklerinde herhalde biraz irkilmişlerdir.

Doğrusu ben de irkildim, "Neler oluyor, nasıl bir ülke burası" gibi bir sorular zinciri şakırtılarla üst üste yığılıverdi.

Ama benim şaşkınlığımı küçümseyen alaycı bir gülümsemenin de zihnimin bir yerlerinde dolaştığını hissettim.

Bir ses, bunun bu kadar da şaşırtıcı olmadığını söylüyordu bana.

Gidip kütüphaneden Talat Paşa’nın yaverlerinden Arif Cemil’in yazdığı "Teşkilat-ı Mahsusa" isimli kitabı aldım.

Teşkilat-ı Mahsusa, isminden de anlaşılacağı gibi "özel bir örgüt."

Arif Cemil Bey’in yazdığına göre, "Bu teşkilat sayesinde silahlandırılacak çeteler harp çıktığında düşman topraklarına akınlar yapacaklar, düşman kuvvetlerini şaşırtacaklar, onların hareketleri ve miktarları hakkında malumat edinerek bunları ordularımıza bildireceklerdi."

Görünen bu amacın arkasında başka hesaplar olduğunu da söylüyor Arif Cemil.

O dönemde İttihat Terakki Partisi’nin üç yöneticisi Enver, Talat ve Cemal Paşa’lar arasında ciddi bir rekabet var.

Enver Paşa kendine bağlı olan İttihatçıları bu yeni örgüte kaydırıp buranın hakimiyetini tümüyle ele geçirerek İttihat Terakki’yi zayıflatmayı düşünüyor, Talat Paşa da Enver’in adamlarının gitmesinden sonra İttihatçılar’ın bütün yönetimini tek başına ele alabileceğini hesaplıyor.

Ama şimdi okuyacağınız bölümü daha çok seveceksiniz.

"İttihat Terakki’nin o zamanki nüfuz ve hakimiyeti, evvelce orduda subayken daha sonra emekli olarak cemiyette kalan ve Enver Paşa’nın adamlarından addedilen bu subaylara dayanıyordu. Vücuda getirilmesi düşünülen Teşkilat-ı Mahsusa’nın idaresi bu insanlara verilecekti."

Yani...

Çeteler kurulacak, bu çetelerin yönetimi "emekli subaylara" verilecek.

Size yeniden hatırlatmalıyım, yüz yıl önceden söz ediyoruz, bugünden değil.

Tamam, size birazdan çetelerin eğlenceli hikayelerini de anlatacağım ama şunu da bir okuyun:

"Teşkilat-ı Mahsusa’ya verilecek istihbarat ve çetecilik gibi vazifelerle, Talat ve Enver paşaların İttihat ve Terakki Partisi’nin istikbali hakkında gizledikleri emelleri ve düşünceleri, İslam birliği ve Türkçülük idealleri örtüsüne bürünerek ortadan kayboluyordu."

Asıl amaçlarını gizlemek için "Türkçülük" idealini kullanıyorlar.

Sizin de gözleriniz etrafta bir Enver’le bir Talat arıyor mu?

Osmanlı’nın yönetimini ele geçiren bu kurnaz çocuklar, kendi aralarında didişirken "emekli subayları" görevlendirip ipten kazıktan kopmuş suçlularla çeteler kurduruyorlar.

Bu çetelerle "vatanı" kurtaracaklar.

Tabii ki işler istedikleri gibi gitmedi.

Bir kere, Talat’la Enver bütün dikkatlerini ve enerjilerini Osmanlı’yı birbirlerinin elinden kapmaya harcadıklarından onlara bağlı adamlar da, gerek ordu içinde gerekse parti içinde çatışıyorlar, birbirlerinin kuyusunu kazıyorlar, hatta birbirlerini tutuklamaya kalkışıyorlardı.

Devleti orta yerinden çatlatmışlardı.

İkincisi, çetelere katılan suçlular hem askerlik bilmiyorlardı hem de birkaç istisna dışında çok korkaktılar, hapishaneden paçayı kurtarabilmek için çetelere katıldıklarından cepheye yaklaştıklarında tüymeye başlıyorlardı.

Üçüncüsü de emirleri dinlemiyorlardı.

Trabzon Hapishanesi’nden...

Burada ben de durdum...

Trabzon mu?

Hani şu son zamanlarda suikastlerle, cinayetlerle, örgütlerle, linç tertipleriyle, kışkırtıcı yerel yayınlarıyla gündeme gelen Trabzon mu?

Evet, o Trabzon.

Bugünkülere benzer olaylar Trabzon’da o zamanlarda da oluyordu.

Şehir bile aynı...

Trabzon Hapishanesi’nden çıkarılan bir grup suçlu Maksut isimli bir suçlunun liderliğinde çeteleştiriliyor. Ama çete Kora kasabasına yerleşiyor ve kımıldamıyor. Kasabada bu çeteden ve İttihatçıların bir görevlisinden başka kimse yok.

Maksut’a "git" diyorlar, Maksut gitmiyor.

Bir gün birisi İttihatçıların adamına gelip, "Maksut sizi öldürecek," diyor.

Görevli, o bölgenin askeri komutanı olan Rıza Paşa’yı arayıp yardım istiyor.

Rıza Paşa, "Sana gönderecek adamım yok, başının çaresine bak," diyor.

Paşa, aklı başında askerlerden, bu çetelerden hoşlanmıyor, bunlardan bir fayda gelmeyeceğini de biliyor, onun için daha mesafeli duruyor.

İttihat Terakki’nin görevlisi, bir akşam iyice kuşkulanıyor, uyuyamıyor, bir eline tabancasını bir eline fenerini alıp etrafı kolaçan etmeye çıkıyor, çetecilerin yattığı barakaya geliyor.

İçeri giriyor.

Bütün çeteciler elbiseleriyle uyuyorlar. "Bunlar beni öldürmek için elbiseleriyle uyudular, birazdan kalkacaklar," diye düşünürken birden öfkeleniyor.

İriyarı da bir adam.

Aniden Maksut’u yatağından kaldırıp sille tokat dövmeye başlıyor, "Sen beni mi öldürecektin kerata," diye bir bağırıyor, bir vuruyor, "vatanı kurtaracak" çeteci Maksut da sopayı yedikçe "İmdat, adam öldürüyorlar, arkadaşlar, yetişin, yandım," diye feryat ediyor.

Çeteciler toplanıyorlar.

O sırada kasabada bulunan küçük bir jandarma müfrezesi borazan çalarak yetişiyor.

Maksut’u bu sefer meydana çıkarıyorlar, sabaha kadar dövüyorlar.

Sonra da çetesiyle beraber Trabzon Hapishanesi’ne geri gönderiyorlar.

Arif Cemil Bey de olayla ilgili bir yorum yapıp, "Parti görevlisi, hem savcı, hem hakim, hem polis rollerini üstlendi ama ne yapsın, bir hata ettiyse Allah affetsin" diyor.

O bölgedeki birçok çeteden biri de Gafur Efendi çetesi... Ruslarla çatışırken Gafur Efendi yaralanıyor, çetesi kaçıyor. Gafur Efendi, "Arkadaşlar beni kurtarın, Allahını seven beni kurtarsın," diye bağırırken çetesinden iki Arnavut ortaya çıkıyor.

Meğerse onlar çete reisini sevmiyorlarmış.

İki kurşun da onlar sıkıyor.

Ama Gafur Efendi ölmüyor, sürüne sürüne geri dönüyor, kendine gelir gelmez de Arnavutların yaptıklarını anlatıyor.

Arnavutlar idama mahkum oluyor.

Onları duvara dayıyorlar, çetecilerden kurulan idam mangası geliyor.

Ateş ediyorlar.

Arnavutlar yıkılıyor, onlarla birlikte idam mangasından beş çeteci de yıkılıyor.

Ne oldu diye bakıyorlar, "vatanı kurtaracak" çeteciler korkudan bayılmış. Bu İttihatçıların çete hikayeleri anlat anlat bitmez.

Bir de Veysel Bey’in çetesi var... Veysel Bey, onları çok güzel giydirmiş, yedirmiş, içirmiş, beslemiş, İstanbul’dan yola çıkıp Sivas’a gelmişler.

Sivas’ta çete mırın kırın etmeye başlamış.

"Hadi gidiyoruz," diyorlar, çete gitmiyor.

Veysel Bey işi "çözmeye" karar vermiş, gözüne çetecilerden birini kestirmiş, çekmiş tabancasını herkesin gözünün önünde vurmuş.

Bölgede bulunan askeri yöneticiler ne yapacaklarını bilememişler.

"Cinayet davası açılacak mı, ceza verilecek mi," ne yapılacak, ortada vurulan bir adam var.

İstanbul’a telgraf çekmişler, "ne yapalım" diye.

Cevaben başkomutanlıktan Veysel Bey’e "eline sağlık" mealinde bir takdir telgrafı gelmiş.

Veysel Bey de yoluna devam etmiş.

Doğu cephesinden söz ederiz de Ermenilerden bahsetmeden geçebilir miyiz?

Teşkilat-ı Mahsusa, İran-Türkiye hududundaki Beyazıt’ta, Saffet, Abbas, Ekber isminde üç Türk yakalıyor. Casus mu diye araştırıyorlar. Bu üçü, "Iğdır’dan geliyoruz, Rus ordusundaki Ermeni gönüllüler, Ruslar Iğdır’a girince bütün Türk erkekleri kesecekler, biz bunu kendi ağızlarından işittik, onun için korkup buraya kaçtık," diyorlar.

Biraz soruşturmadan sonra görevliler bunlara güveniyorlar, silah verip çetelere alıyorlar.

Üç gün sonra Beyazıd’a Agop isimli bir Ermeni geliyor.

Ekber diyor ki, "Ben bu Agop’u Revan kentinde Ermeni Komitacı Suren’le birlikte gördüm."

Çeteciler resmi görevlilere gidip "Agop’u yakalayın" diyorlar.

Resmi görevliler adamı tutuklayamıyor çünkü tutuklanmasını gerektirebilecek bir kanıt, bir belge yok.

Bunun üzerine çete reisleri toplanıyor ve "görevi" kendi kendilerine üstleniyorlar.

Agop ertesi gün ortadan kayboluyor, bir daha da kimse onu görmüyor.

"Faili meçhul" mü diyordunuz siz buna, ne diyordunuz?

En sevdiğim hikayeyi de en son anlatacağım.

Alman Binbaşı Stange Bey’in, Bahattin Şakir’in ve Yakup Cemil’in müfrezeleri Ardahan’ı Rusların elinden alıyorlar.

Ruslar cephaneliklerini ateşe vererek çekiliyorlar.

Akılları fikirleri siyasette olan İttihatçılar askerlik konusunda tam bir budala olduklarından Allahın kışında o bölgeye gönderdikleri birliklere doğru dürüst elbiseler vermeyi akıl edemiyorlar.

Geceleyin şehrin girişine nöbetçileri dikiyorlar.

Ertesi sabah nöbetçileri donmuş buluyorlar.

Gene nöbetçi koyuyorlar, gene donuyor.

Böyle dondurarak epey asker öldürdükten sonra bunlar nöbetçi koymaktan vazgeçiyorlar.

Bir gece Stange Bey, yaveri ve Bahattin Şakir Bey, el koydukları bir konağın odasında uyurken birden uyanıyorlar.

Üstünde beyaz kürkü, elinde süngülü tüfeği ile zebellah gibi bir Rus askeri duruyor odanın ortasında. Adam tek başına elini kolunu sallayarak girmiş şehre.

Arif Cemil’e göre Stange Bey’le yaveri "soğukkanlılıklarını kaybetmeden" hemen yatağın altına giriyorlar. Orada ne yapacaklarını "planlayacaklarmış".

Bahattin Şakir ise iyice şaşkınlaşıyor.

Don paça yatağın içinde oturup Rus askere bakıyor.

Sonra birdenbire bağırmaya başlıyor.

O bağırınca Stange Bey’le yaveri de bağırmaya koyuluyor...

Hepsi birden bağırınca Rus asker korkuyor.

Kaçıyor.

Bu sefer de arkasından "Tutun, eve Rus asker girdi" diye bağırıyorlar.

Ama kimse Rus askeri yakalayamıyor tabii.

Asker geldiği gibi gidiyor.

Bütün bunlar yüz yıl öncenin hikayeleri.

Sizce yüz yıl önce uykuya dalmış biri bugün uyanıp da haber bültenlerini seyretse ne derdi?

Bana, "Enver Paşa nerede, ona bir şey söyleyeceğim," derdi gibi geliyor.
Yazarın Tüm Yazıları