GeriSeyahat Çepeçevre Van Gölü
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Çepeçevre Van Gölü

Çepeçevre Van Gölü

Pastırma yazını fırsat bilip, Türkiye’nin en doğusuna, Van Gölü’nün çevresine gittim. Niyetim hem Türkiye’nin en büyük gölünü çepeçevre dolaşıp, hem geçmişi hem bugünü izlemek, aynı zamanda da yöre mutfağının birbirinden lezzetli yemeklerinin tadına bakmaktı. Bu hafta Edremit, Gevaş, Ahdamar, Tatvan, Nemrut izlenimlerimi aktaracağım. Gelecek hafta ise Bitlis, Ahlat, Adilcevaz, Muradiye ve Van’ı...

Kimileri tatillerinde dere tepe dolaşmayı pek sevmez. Bir kente, kasabaya, koya demir atar, sonuna kadar orada kalır, köşe bucak gezer, görür, tanır, hazmeder ve döner. Bu tür tatil insanı yormaz. Kimileri ise yerinde duramaz, rotaların peşinde koşturmayı sever. O kent senin, bu kasaba benim... Birinci tür gezginler dingin bir tatil geçirir, ikinciler ise daha heyecanlı, daha hareketli günlerin sonunda soluk soluğa kalır. Ben her iki türü de tercih ederim. Bazen gezinin tadını çıkarabilmek için zamanı esnetirim, bazen uzun yollarda akıp giden görüntüleri yakalamaya çalışırım. Doğuya yaptığım son yolculuğumda sessiz, ıssız, muhteşem görüntülerin peşinde koşturdum.

Niyetim, dondurucu soğuklara yakalanmadan Van Gölü’nü çepeçevre dolaşmaktı. Yörenin bugününü bir kez daha görmek, geçmişi yine hatırlamak, damak çatlatan yerel lezzetlerle kendime unutulmaz ziyafetler çekmek... Güz ortasındaki gezi programını böyle özetleyebilirdim.

Yolculuğum güneşli ve ılık bir günde, Van Ferit Melen Havaalanı’nda başladı. Kiraladığım otomobile yerleşip yola koyuldum. İlk durağım Van değildi. Oraya en son uğramaya niyetliydim. Geziye Van’da nokta koyup İstanbul’a dönmeyi planlamıştım. Onun için direksiyonu Edremit’e doğru kırdım. Göl görüntüye girmekte gecikmedi. Kimi yerde turkuvaz, kim yerde mavi, kimi yerde yosun yeşili, bulutların gölgesinde lacivert... Bu koca göle deniz demeleri boşuna değildi. Ucu bucağı görünmeyen bu su kütlesine göl demek, onun büyüklüğüne gölge düşürürdü. Aklıma birden Evliya Çelebi’nin göl hakkında söyledikleri geldi, gülümsedim: "Suyu zehir gibi acıdır. İnsan tahret etse, abdest yerini yakar. Değme kimse bunun acısına dayanamaz. Bu suda giyeceklerini yıkayanlar sabun kullanmaya asla ihtiyaç duymaz. Yıkanan bezler pamuk gibi bembeyaz olur."

ASIRLIK SU YOLLARI

Van’a en yakın ilçelerden biri olan Edremit, boz dağların eteğinde bir vaha gibi görünüyordu. Evler, yaprakları sararıp, kızaran kavak, söğüt, karaağaç, dışbudak, ceviz, armut ağaçlarının arasına saklanmış, görünmez olmuşlardı. İlçenin geçmişi M.Ö 900 yıllarına kadar uzanıyordu. Antik dönemdeki adı Artemid, bugünkü adını ne kadar da çağrıştırıyordu! İlk molayı burada verdim. Tepedeki kale kalıntısına tırmandım. Kıyıdan yukarılara çıktıkça göl güzelliğini sergilemekte daha da cömertleşiyordu. Dağların zirvesinden bakınca boncuk mavisi sular, ovayı örtmüş atlas bir örtüye benziyordu! O an bulutlara yakın bir yerlerde kanat çırpmadan süzülen kerkenezi gördüm ve onun yerinde olmak istedim.

ADADAKİ KİLİSE

Tepedeki antik kanallar h l su doluydu. Efsanevi Babil Melikesi Semiramis’in yaptırdığı rivayet edilen, 50 kilometre uzunluğundaki kanallar yıllar boyu Van ovasına su taşımıştı. Artık yüklerini, ovaya değil de ilçenin zümrüt bahçelerine boşaltıyorlardı. Yaşlı kanalları görünce Edremit’in neden yemyeşil olduğunun sırrını çözdüm.

Çevrede öyle çok efsane, masal, söylenti vardı ki, hepsini dinlesem, not alsam, kelimelere döksem, yazım yazı olmaktan çıkar, "Binbir Gece Masalları"na dönerdi... Onun için yola devam etmek gerektiğini düşündüm.

Soluma Ardos veya bugünkü adıyla Çadır Dağı’nı (3535 m.), sağıma gölü alıp otomobili Gevaş’a doğru sürdüm. Hava güneşliydi ama buram buram sonbahar kokuyordu. Kavakların sararmış yaprakları, sanki bütün gece göz yaşı dökmüşçesine sırıl sıklamdı. Önce Karakoyunlu prensesi Halime Hatun’un kümbetini ziyaret ettim. Kümbetin merdivenlerine oturup, prensesin suretini düşündüm. Masal diyarında yaşadığına göre, bir masal prensesi kadar güzel miydi? Piramit çatılı, on iki kenarlı kümbetteki yazıtta 1358 tarihi göze çarpıyordu. Aynı yazıtta adı geçen Türkmen Emiri Abdül Melik İzzeddin, prensesin acaba nesi oluyordu. Biricik babası mı, yoksa canı kadar sevdiği kocası mı? Düşüncelerim havadaki bulutlar gibi uçuşmaya başlayınca, kalkıp Ahdamar Adası’na yolcu taşıyan motorların iskelesine gittim.

Kıyıdan üç kilometre uzaklıktaki adaya yaklaştıkça, Tepedeki Kutsal Haç Kilisesi’nin giderek büyüdüğünü gördüm. Tek müşterisi olduğum tekneden gördüğüm sadece kilise değildi. Beyaz bulutların, uzaktaki Süphan’ın zirvesiyle oynaştıklarını da görüyordum ama onlara aklımı takmamaya çalışıyordum. Bir takılırsam, adayı, kiliseyi unutacağımı, o bulutlara tutunup dağların zirvesine doğru uçacağımı biliyordum. Çünkü dağlara tutkundum. Güneş batarken moraran, gece billur yıldızlara doğru uzanan o yüce dağlara...

ACELEYE GEREK YOK

Kilise restorasyondan sonra epey yenilenmişti. Duvarlarındaki kabartma süslemeleri çizgi romana benzetiyordum. Bu rölyeflerde geçmişin efsaneleri anlatılıyordu. Keşiş Manuel’in mimarlığını yaptığı kilise, 915-921 yılları arasında yapılmış, 1895’e kadar yöredeki Ermeni Patrikliği’nin merkezi olmuş ve 1918 yılında terk edilmişti. Kiliseyi daha önceki gelişimde gezdiğim için fazla oyalanmadan Gevaş’a döndüm.

Karayolları, gölün çevresine dört şeritli bir otoyol yapmıştı. Onun için mesafeler kısalmış, uzaklar çok yakına gelmişti. Halbuki gezgin H.B. Lynch, bir asır önce Van-Tatvan arasını tam dört günde alabilmişti. Bu zahmetli yolculuktan hiç de şikayetçi değildi. Defterine şunları yazmıştı: "Böyle türlü türlü hoşlukları olan bir yolda acele etmenin alemi yok. Hele dünyada bir eşi daha olmayan, bu güzel, muhteşem gölün kıyılarında aceleye hiç gerek yok." Bu açıdan bakınca, dört şeritli otoyol bir dezavantajdı. Çünkü hızla ilerleyen otomobilin penceresinden, çok güzel görüntüler fark edilmeden akıp gidiyordu.

KRATERİN İÇİNDE

Tatvan tarihi kalıntılar bakımından yörenin en fakir ilçesiydi. John Freely’nin "Türkiye Uygarlıklar Rehberi"nden öğrendiğime göre, ilçe esasen beş kilometre daha kuzeyde kurulmuştu. Eskitatvan denilen bu yerleşimde, bir Urartu kalesi ve bir de Ortaçağ Ermeni kalesinin harabeleri bulunuyordu.

Geceyi Tatvan’da geçirdim. Sabah güneşin ilk ışıklarıyla birlikte, Tatvan’ın hemen arkasında yükselen Nemrut Dağı’na doğru tırmanmaya başladım. Bu dağ, zirvesinde heykellerin oturduğu Adıyaman’daki Nemrut Dağı ile karıştırılır. Halbuki aralarında isim benzerliğinden başka bir yakınlık yoktur. Dağın zirvesine doğru uzanan yoldan döne döne tırmanmaya başladım. Neredeyse her metrede Van Gölü ayrı bir görüntü veriyordu. Yukarılara çıktıkça göl küçüldü, bütün güzelliği gözler önüne serildi. Zirveye doğru etrafta siyah taşlar parlamaya başladı. Bunlar, 600 yıl önceki püskürmede etrafa dağılan lavlardı. Bu yaşlı taşlara dokunmak bile insanı heyecanlandırıyordu.

3050 metre yükseklikteki zirveye vardığımda, arabadan inip sessizliği dinledim, serin rüzgarı soludum. Kraterin içi bir başka dünyaymış gibi görünüyordu. Bir kenarda boncuk mavisi sularıyla büyük göl, diğer tarafta üstünden buharlar tüten bir başka göl. Sararmış çalılar, yüzyıllar öncesinden kalma siyah kayalar... Çanağın içinde irili ufaklı tam beş göl vardı. Her biri değişik bir görüntü sunuyordu. Buhar bacaları ise kraterin derinliklerinden gelen buharı fışkırtıyorlardı. Burada sanki dağın nefes alışını duyuyordum. Arabayı büyük gölün kıyısına giden patikaya sürdüm. Bir kayanın yanında durup, bagajdan ocağımı çıkardım. Bir kahve yapıp, bu olağanüstü görüntünün tadını çıkarmaya çalıştım. Bir başka dünyada, bir başka zamandaydım sanki. En son 1441 yılında püsküren dağın bir daha ne zaman uyanacağını düşündüm. Bulunduğum yerin bundan 600 yıl öncesinde kızgın lavlarla dolu olduğunu hayal etmek bile, ter taneciklerinin ensemden aşağı doğru süzülmesine yetti.

Van Gölü çevresindeki yolculuğum haftaya da sürecek. Sırada Bitlis, Ahlat, Adilcevaz, Muradiye ve Van var.

NEREDE NE YENİR?

Van Gölü’nün çevresi göze olduğu kadar damağa da hitap ediyor. Neredeyse her ilçenin özel bir yemeği var. Doğu insanı et yemeden doymadığı için mutfaklarda ağırlık etli yemeklerde. Yörede yetişen hayvanlar binbir ot ve çiçekle beslendiği için etleri de bir o kadar lezzetli.

EDREMİT: Oldukça büyük bir bahçenin içindeki Anatolia Kaburga Evi, yörenin en lezzetli lokantalarından. Haşlanmış kuzu kaburgaları, odun ateşinde kızartılıp servis ediliyor. Yanında da bol domates, soğan, maydanoz ve pul biberle yapılan çok lezzetli bir salata sunuluyor. Eğer kırmızı etle aranız iyi değilse közde tavuk da yiyebilirsiniz.

GEVAŞ: Gölün hemen kıyısındaki Grand Deniz Restoran, zengin mönüsü ve muhteşem manzarasıyla çevrenin en rağbet edilen lezzet duraklarından. Burada inci kefalini yemenizi öneririm. Bu balık dünyada sadece Van Gölü’nde yetişiyor. Ekmek tandırının kızgın duvarlarına yapıştırılarak pişiriliyor, yağda kızartılıyor ya da ızgarası yapılıyor. Hangisini canınız çekerse... Hepsi birbirinden lezzetli.

TATVAN: Bu ilçede kayda değer tarihi bir eser yok ama birbirinden lezzetli yemekler var. İlçenin merkezindeki Kaşıbeyaz Ocakbaşı lezzitli kebaplarıyla meşhur. Kebap sevmeyenler için alternatif, pide çeşitleri. Kaşıbeyaz’ın en meşhur yemeği Tatvan kebabı. Yapılması zahmetli bu kebap damakta unutulmaz tatlar bırakıyor. Yolunuz düşerse mutlaka tadına bakın.

False